6 Kasım 2009 Cuma

YAYINLANMIŞ KİTAPLARIMDAN


Yazımı Denetle























KURTULUŞUNUN 90’NCI YILINDA VAKFIKEBİR VE ÇEVRESİNİN TARİHİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER


“Yer yüzünde tarihi, her cins vak’a itibariyle bizimki kadar zengin olan bir millet daha var mıdır bilemiyorum. Fakat, riyazî bir kat’iyet ile biliyorum ki milel-i mevcude içinde mâzisini bizim kadar unutmuş hiçbir millet yoktur.”

Ali Şükrü Bey


Büyükliman diye adlandırılan Vakfıkebir ve çevresi 15 Şubat 1918 tarihinde, bundan tam 90 yıl önce Rus işgalinden kurtuldu. Yıldönümleri, kişilerin ve toplumların hafızalarını tazelemeleri için önemli vesilelerdir. Bu günlerde eski hâtıralar tazelenir. Geçmişte yaşanan olaylardan güne ve istikbale yönelik dersler çıkartılır. Bu hâtıralar insanları yaşadıkları coğrafyaya ve dolaysıyla tarihlerine bağlarlar. Hâtıralar yad edildikçe insanların tarih şuuru gelişir, geçmişten alınan derslerle gün daha iyi anlaşılır ve gelecek daha isabetle planlanır. Bu hatıraların bir başka özelliği ise coğrafyaların vatanlaşmasındaki rolleridir. İnsan topluluklarının üzerinde yaşadıkları topraklardaki hatıraları, o coğrafyanın vatanlaş­masında çok büyük önem taşırlar.

Remzi Oğuz Arık, Coğrafyadan Vatana adlı eserinde bu ilişkiye vurgu yaparak;
“-Pekiyi insanlara fayda temin etmediği zaman bile, yoluna ölebilmeleri için bu toprakta ne gibi unsurlar yaratılmıştır? Yâni, menfaatlerin üstünde insanlara kendi yolunda can verdiren bu unsur nelerdir?” diye sorar ve “Benim anladığıma göre: Hâtıralardır…” diyerek devam eder:
“İnsana yaşamanın değerini, tadını, mânâsını, gayesini çizen hâtıralardır. Bu hâtıralar olmadıkça insanın toprağı “VATAN” edinmesi imkânsızdır.”

Arık’ın da belirttiği gibi, bu hâtıraların doğması, insanın o toprakta yaşaması iledir. Ama bu hâtıraların sönmemesi, kaybolmaması, insan nesillerine taze bir güç olarak geçebilmesi de ancak Tarih ile mümkündür. İşte bugün tazelemeye çalıştığımız hâtırala­rımızdan oluşan bu yumak bizim tarihimizdir.

Onun için; bu yıl dönümlerini de vesile ederek, hafızalarımızı tazelememiz, millî kültürümüzü, yani millî irfanımızı kuvvetlendirmek için tarihimizi iyisi ile kötüsü ile, zaferleriyle hezimetleriyle öğrenmek ve öğretmek durumundayız.

Tarihimiz ve BizTarihimizi Ne Kadar Biliyoruz?

Batıda şehir tarihçiliği çok eskilere gider. Şehirler, kasabalar, köyler, aileler üzerine çok sayıda tarih kitabı, monografi yazıldı, yazılmaya da devam ediyor. Bizde ise basılı ilk şehir tarihinin 1877 yılında Şakir Şevket Bey tarafından yazıldığı bilinmektedir. “Trabzon Tarihi” adıyla ve iki cilt halinde neşredilen bu eserden sonra çeşitli illerimiz üzerine tarih kitapları da yazılmıştır. Bölgemizdeki ilçelerimize yönelik ilk örnekler arasında Hasan Umur’un “Of Tarihi” ve “Of Tarihine Ek” adlı kitapları ile Muzaffer Lermioğlu’nun “Akçaabat Tarihi ve Hicret Hatıraları” adlı kitabı sayılabilir. 1980 sonrası bunlara iki güzel örnek daha katılmıştır. Bunlardan birisi Trabzon ve Doğu Karadeniz üzerine araştırmalarıyla isim yapmış Mehmet Bilgin’in eseri “Sürmene Tarihi”dir. İkincisi ise, Giresun ve bölgemiz üzerine önemli çalışmalara imza atmış olan Ayhan Yüksel’in önayak olmasıyla meşhur tarihçimiz merhum Prof. Dr. Faruk Sümer’in yazmış olduğu “Tirebolu Tarihi” adlı eserdir.

Bölge üzerinde Pontos, Ermeni ve Gürcü emelleri arttıkça, bu emel sahiplerinin bölgeye yönelik tarihi gerçekleri çarpıtan propaganda kitapları çoğaldıkça, bölge insanımızın gerçek tarihini öğrenme ihtiyacı da o nisbette artmıştı. Trabzonlu gerçek tarihini bilmemekten sıkılır olmuştu. Bu bilgisizlikten sıkılan ve şikâyetçi olan Trabzonlulardan biri de rahmetli Vefa Baki Cinemre idi. Cinemre, 1 Haziran 1932 tarihli Akın mecmuasındaki yazısında bu durumundan şöyle şikâyet eder:
“Evet sıkılıyorum, çünkü baba yurdumu tanımıyorum, onunla hiç alâkası olmayan uzak yabancıların onu bildiği kadar ben bilmiyorum, halbuki üstünde doğdum, büyüdüm ve yaşıyorum.”

Cinemre’nin ifadeleri acı fakat gerçektir. Hakikaten bizler, bu coğrafyayla alâkası olmayan yabancılar kadar, vatanımız olan bu coğrafyanın tarihini bilmiyorduk. Rahmetli Ali Şükrü Bey’in tesbiti gibi bu tesbit de doğruydu. Günümüzde de güzel örnekler olmasına rağmen, boşluğun doldurulduğunu, eksikliğin giderildiğini söylemek maalesef mümkün değil.

Keraasus Neresi ?



Burada Vefa Baki Cinemre’nin belirttiği “onunla hiç alâkası olmayan uzak yabancıların” yazdıklarına kısaca değinmekte, tarihimizin önemini vurgulamak açısından fayda görüyorum.
Bilindiği kadarıyla bölgemizden ilk bahseden yazılı kaynak Ksenophon’un Anabasis / Onbinlerin Dönüşü adlı kitabıdır. Perslerle savaştan dönen Yunanlı paralı askerlerin komutanlarından Ksenophon Milattan önce 400 yıllarında yazılmış olduğu kitabında, onbinlerin Trabzon’dan ayrılışlarından sonrasını anlatırken “Üç günlük yürüyüşten sonra Kolkh’lar ülkeside, deniz kıyısında Sinope’nin kolonisi olan Yunan şehri Kerasus’a varıldı” der.

Ksenophon’un sözünü ettiği, Trabzon’dan üç günlük yürüyüşle varılan, askerin denetlendiği ve sayıldığı, ganimetlerin pazarında satıldığı Kerasus’un bugünkü Giresun olmadığı ittifakla kabul edilir. Çünkü, bugünkü Giresun şehri Milattan önce 185-169 yıllarında, Onbinler hadisesinden yaklaşık 220 yıl sonra, Pontus Kralı I. Farnakes tarafından kurulmuştu ve şehir önceleri kurucusunun adıyla Farnakia olarak anılıyordu. Ksenophon’un sözünü ettiği Kerasus, eski adı Keraşon olan Vakfıkebir’in Kirazlık köyüdür. Burası o dönemde, yani bundan 2400 yıl önce, onbin kişilik bir orduyu günlerce ağırlayacak, ihtiyaçlarını karşılayacak güce sahip önemli bir şehirdi.

Kerasus/Keraşon’da Demircilik

Tarihî kaynaklarda Kerasus olarak da kaydedilen Keraşon bir çok yönde gelişme gösteren bir ticaret ve medeniyet şehri idi. Gelişme gösterdiği sahalardan birisi demircilikti. Bu sahillerdeki demir cevheri ihtiva eden siyah kumlardan demir elde edildiği batılı tarihçiler tarafından tesbit edilmiştir. İngiliz tarihçi Breyer tarafından yayınlanan bir kitapta yer alan “Pontus Çevresindeki Bizans Madenleri: Chalbia’da Demir, Chaldia’da Gümüş, Koloneıa’da Şap Ve Cherıana’da Mum” başlıklı makalede Keraşon’da gerçekleştirilen madencilik faaliyetleri inceleniyor. Makalede Keraşon’un bugünkü Giresun’la karıştırılmasının yanlışlığına şu cümlelerle temas edilmektedir:
“Tylecot’un Karadeniz’e ait ilk demir kumu örnekleri, Trabzon’un 42 kilometre batısında, şimdiki adıyla Kirazlık olarak anılan nehrin ağız kısmından ve yakınındaki köyden geliyordu. Roberts’in son derece esef verici olarak nitelendirdiği ve dramatik bir şekilde dile getirdiği gibi, söz konusu nehir ve çevresindeki yerler, son dönemlerde bu bölgelerdeki eski adların bütünüyle değiştirilmesi operasyonundan nasiplerin almışlardır. Kirazlık, gerek burada daha eski yerleşenler tarafından ve gerek buraya ilişkin haritalarda “Keraşon” olarak anılmaktadır. Hamilton’un muhtemelen bu sahilde en eski dönemlerdeki halklardan birini yansıtan ve Trabzon’un üç günlük batısında yer alan “Kerasoun”u; Kerasous’un bir anısı, Ksenophon’un onbin kişilik kuvvetini gözden geçirdiği ve onların gerçekte 8600 kişi olduklarını anladığı yerdir. Coğrafyacıların Xenophon’un mesafeye ilişkin tesbitini gözden kaçırmaları/yok saymaları ve bunu “eski” ya da ikinci olarak, daha iyi bilinen 115 kilometre daha batıdaki Giresun Kerasos’u olarak tanımlamaları muhtemeldir. Fakat görünen odur ki, Xenophon tarafından “Kerasous” olarak anılan, ancak Ortaçağa ait her hangi bir kaynakta zikredilmeyen bu yer, Vakfıkebir yakınında yer alan ve Kirazlık adını alıncaya kadar Kereşon olarak bilinen yerdir.”

Keraşon’un o günkü ihtişamından arda kalan belki de tek eser Kılita Kalesi idi. Onu da maalesef restorasyon adı altında ucube bir hale getirdik. Demircilik sanatının izlerini ise; Beşikdüzü’nün Akise ve Hünerli/Kefli, Vakfıkebir’in İsaklı, Rıdvanlı, Düzlük ve Demirci gibi birçok köyde halen görmek mümkün.

Yöre Tarihine Doğru Bakmak

Trabzon ve yöremizin antik dönemiyle alâkalı tesbitlerde bulunan bir başka batılı tarihçi ise Alman edebiyatında önemli bir yeri olan Fallmerayer’dir. Fallmerayer 1827 yılında yazmış olduğu “Trabzon İmparatorluğu Tarihi” adlı eserinde bölgedeki yüksek medeniyete vurgu yaparak şöyle der:
“Trabzon’un ilk kuruluşunun tarihini kronolojik bir surette tayin etmek mümkün değildir. Bu zaman mevsuk (belgeli) surette malum olan tarihin hudutlarını aşıp, efsane devrinin sahasına isabet eder ki, o zamanlar pek az miktarda vahşiler tarafından meskun olan Avrupa’nın boş sathını bataklık ve ormanlar kaplıyordu. Ve Kafkas berzahının vadileri, o zamanki insan kültürünün batı noktasını teşkil ediyordu.”

Fallmerayer’e göre medeniyet, batıdan Trabzon ve Kafkasya’ya değil, Trabzon ve Kafkasya’dan batıya, yani Avrupa’ya gitmiştir. Trabzonlu kolonizatörlerin, Kırım, Çanakkale gibi yerlerde de şehirler kurduklarını söyler. Bu kadar önemli şehir olan Trabzon ve çevresinin tarih kitaplarına yetirince geçmemesini ise şöyle izah eder:

“Milâttan takriben 400 sene evvel, gözüyle gördüğü Trabzon adlı bir şehrin mevcudiyetinden bizi ilk defa haberdar eden Atinalı Ksenephon’dur. Şehrin en eski mukadderatının meçhuliyetine, mevkiinin durumu da çok amil olmuştur. Zira Trabzon eski dünya’nın pek az ziyaret edilen saklı bir cihetinde dalgalı denizlerle sarp dağların arasında kurulmuştur. Eski zamanın büyük fatihlerinin eline geçmediğinden dolayı tarihçilerin de kalemine düşmemiştir.”
Yunanlılar Tarihimizi Tahrif Etti

Eski Yunanlıların diğer kavim ve milletleri hiçe sayarak, hatta onları barbar olarak vasıflandırarak, işgal ettikleri yerlerde medeniyet nâmına ne varsa kendilerine mal etme gayretkeşliği Trabzon’un tarihi konusuna da yansımıştır. Anadolu ve Ön Asya’ya dair çok değerli eserlere imza atan Şarl Texier, Yunanlıların bu tarihi çarpıtma geleneğini şu cümlelerle dile getiriyor:

“Greklerce, bütün tarihî olayları kendi ırklarına dayandırmak için, kendilerine muhalif bütün kavimleri hiçe saymak hemen hemen daimi bir itiyattır. Bunun için Ksenefon’un Sinoplu Kolonizatörlerin Trab­zon’da ticarethâne tesisinden önce bu şehrin mevcudiyetini bilmez gibi görünmesine hayret olunmamalıdır.” (Ş. Texier et Pullan, Architec­ture Byzantine, London 1864, s. 213)

Tarihimize Yönelik Ne Yapıyoruz?

Trabzon ve yöremiz tarihi ile ilgili Batılı tarihçilerin görüş ve tesbitlerini kısaca aktardıktan sonra kendimize dönüp bizim ne yaptığımıza bakmamızda fayda var. Biz tarihimize nasıl bakıyoruz?
İlimize yönelik tarih kitapları incelendiğinde çoğunlukla, ilmî değeri olmayan, sadece bu topraklar üzerindeki habis emellerine hizmet için bazı odaklar tarafından yazdırılan propaganda kitaplarının mehaz olarak alındığı görülecektir.

Buna bir misal olmak üzere Vakfıkebir tarihi hakkında verilen bilgilere bakmak yeterli olacaktır. Konuyla ilgili metinlerde Vakfıkebir’in vakfedilişi anlatılırken, Yavuz Sultan Selim’in annesi Gülbahar Hatun’la ilgili hikâye mehaz olarak gösterilir. Malûm hikâyeye göre, oğlunu ziyaret için Trabzon’a gitmekte olan Gülbahar Hatun’un bindiği yelkenli şiddetli bir fırtınaya yakalanır. Gülbahar Hatun, “nerede karaya çıkarsam orayı vakfedeceğim” der. Tabî bir liman olan Vakfıkebir’de karaya çıktığı için de burasını vakfeder. Ama nereye? Kaymakamlık brifing dosyalarına bakılırsa “..bir rivayete göre Maçka Kazasına vakfetmiştir”. Başka yayınlara baktığımızda daha da detaya inildiğini ve Vakfıkebir’in Maçka’nın Livera Köyüne vakfedildiğini okuruz.

Büyükliman’ın, diğer adlarıyla Fol’un veya Kemaliye’nin Gülbahar Hatun tarafından vakfedilmiş olduğu doğru, ancak Maçka’ya veya onun köyü Livera’ya vakfedildiği ise tamamen yanlıştır. Çünkü, Vakfıkebir’in Gülbahar Hatun’un tesis ettiği Trabzon’daki Hatuniye Külliyesine vakfedilmiş olduğu belgelerle sabittir. Maçka iddiaları ise yine Yunan kaynaklı propaganda kitaplarına dayanmaktadır. Onların uydurmalarına göre Gülbahar Hatun Maçka’nın Livera köyünden bir Rum kızıdır. Onun için de bu köye özel ilgi göstermekte ve kurduğu vakıflar marifetiyle akrabalarına yardım yapmaktadır. Muteber tarih kitaplarında Dulkadirli Beyi Alaüddevle’nin kızı olduğu kaydedilen Gülbahar Hatun için ileri sürülen ve hiçbir mesnedi bulunmayan böyle bir iddianın, her kademedeki insanımız tarafından, tahkik tetkik edilmeden kabul edilmesini anlamak kolay değildir.

Tarihimize yeterince sahip çıkmadığımız acı ama gerçektir. Tarihimize sahip çıkmama yönünde neler yapıldı? Bir kaçını şöyle sıralamak mümkün: Çevremizdeki tarihî değere haiz bina, kitabe, belge nevinden, geçmişi hatırlatacak ne varsa ortadan kaldırıldı. Sivil mimarî örneklerinden olan geçmişin hatıralarını günümüze taşıyan evlerimiz tek tek yıkıldı. Geriye kalan pek azı ise yıkılmayı bekliyor. Tarihimize ışık tutan ve bu topraklardaki tapu senetlerimiz hükmünde olan mezarlıklarımız, Trabzon’da olduğu gibi Vakfıkebir’de de yıkıldı. Üzerlerindeki taşlar dahi muhafaza edilmedi. Evlerimizdeki eşyaların kaderi de aynı olmuştur. Osmanlıdan kalan ve yakın tarihimiz için son derece yüksek değeri haiz olan eski Hükümet Konağı’nın alt katındaki zengin arşiv içler acısı bir şekilde yakıldı. Günümüzde, restore ediyoruz, tamir ediyoruz gerekçeleriyle, Kılita Kalesi, Vakfıkebir Eski Camii gibi eserlerin ise tamir yerine maalesef tahrip edildiklerini söylemek gerekiyor.

Yöremizin tarihini gerçek bilgilerle yeniden yazmak, kılıç artığı da olsa geride kalan tarihî değere haiz bina ve malzemeye sahip çıkmamız gerekiyor. İnsanımızla, kurum ve kuruluşlarımızla bu sorumluluğu yüklenmeye ve gereğini yapmaya mecburuz.




BİRİNCİ DÜNYA HARBİNDE BÜYÜKLİMAN
İsmail Hacıfettahoğlu
Kâfir Urus yaktın yıktın evimi
Ah bu muhacirlik şimdi de büktü belimi


1914 yılının ilk yarısında kapkara bulutlar dünyanın üzerini kaplamıştı. Bir fırtınanın kopaca­ğı her haliyle belli olmuştu. Büyük devletleri aralarında ittifaklar oluşturmuşlar, özelikle emperyalist ülkeler dünyayı yeniden paylaşmak için fırsat kol­lamaya başlamışlardı. Paylaşılacak ülkelerin başında, da bu devletlerce “hasta adam” denilen Osmanlı İmparatorluğu geliyordu. Tabi ki o da bu durumun farkında idi ve kendine göre tedbirler almaya, bu hengâmeden az zararla kurtulmaya çalışıyordu. Harbi başlatan kıvılcım 28 Haziran 1914 günü Saraybosna’da çakıldı. O gün Avusturya-Macaristan veliahtının bir Sırplı tarafından öldürülmesi, Birinci Dünya Harbi’nin görünen ve âni sebebi oldu. Bu kıvılcım, barut fıçısı haline getirilen dünyanın infilâk etmesine yetti ve fırtına koptu. Bir hafta içinde bütün Avrupa harbe sürüklendi. Olaylar üzerine Osmanlı İmparatorluğu seferberlik ilân etti ve 1 Kasım 1914 günü Rusların Doğu cephesinde Türk hududunu geçmesiyle de fiilen savaşa girdi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getiren, dünyanın bu en kanlı harbi boyunca Trabzon ve Trabzonlular gibi Vakfıkebir ve Büyüklimanlılar da yoğun olaylar yaşadılar. Destansı kahramanlıklar, akıl almaz fedakârlıklar, ihanetler, korkunç mezâ­lim­ler, işgaller ve muhaceretlerin yaşandığı bu 4 yıl yöre tarihinin en hicranlı yıllarıdır.

Yöre halkının askerlik çağına gelmiş olanları düzenli ordu birlikleriyle değişik cephelerde savaşırken, eli silah tutan diğerleri ise kurdukları çetelerle Teşkilâtı-ı Mahsusa Alayları içinde vatanlarını müdafaa için Batum’dan Harşit’a kadar her noktada Ruslarla savaşmışlardı. Sonunda da esir olmamak, canlarını, namuslarını düşman çizmesi altına düşürmemek için, canlarından aziz bildikleri vatanlarını terk ederek muhacir çıkmışlardı.

Rus Bombardımanları, Yavuz ve Midilli

Vakfıkebir, Çarşıbaşı, Beşikdüzü harbin başlamasıyla birlikte Rus donanması tarafından sürekli bombalanan yerlerdir. Kolordu Komutanı olarak bu cephede görev yapan Fevzi Paşa (Mareşal Fevzi Çakmak) bölgenin yapısını ve Rus donanmasının muharebelerdeki yerini şöyle anlatır:

“Sahil mıntıkası dağlıktır. Bu dağlar sahilden 10-15 kilometre uzaktadır. Buraları döğmek için sahile zırhlı getiriyorlar. İmparatoriçe Marya ve İmparatoriçe Katerine diritnotlarını da faaliyete getirdikleri için artık Yavuz’dan da korkmuyorlardı. Hatt-ı balâdan sahile kadar 10-15 kilometre imtidat eden muvazi dereler arasındaki müteakip mevzileri boydan boya gemilerin yan ateşleri tesiri altına alarak sahildeki mukavemetimizi kolayca kırmağa başladılar. Rize’den sonra dereler ve dağlar uzaklaştığı için döğemiyorlardı ve Bayburt’u alamadıklarından sahil müfrezesi ilerledikçe sol cenahı açılıyordu.”

Fevzi Çakmak’ın da belirttiği gibi arazinin yapısının sağladığı imkanlarla savunma yapabiliyorduk, deniz gücümüzün yetersiz olması sebebiyle de Rus donanması tarafından sürekli bombalanıyorduk. Bu hengamede iki gemi halkımızın gözünde kahramanlaşmış, Rus baskınlarında türkülerle yardıma çağrılır olmuştu. Halk arasında efsaneleşen bu gemilerden biri Yavuz diğeri ise onun arkadaşı Midilli’dir. Bu gemiler Birinci Dünya Harbi ile özdeşleştikleri gibi insanımızla da özdeşleşmişlerdi.

Rus donanması üzerlerine bomba yağdırdığında, limanlarını yaktığında;
Ah Midilli Midilli
Çabuk tüttür dumanı
Urusun gemileri
Hep yakayi limanı”

“Habu köyün kızları
Ne dillidir ne dilli
Kaldık duman içinde
Yetişsene Midilli


E Midilli kalksana
Işıkları yaksana
Düşman basti burayi
Toplari donatsana
türküleriyle onları yardıma çağırırdı. Rus donanmasına karşı verdikleri mücadele ise;
Ah Yavuz kara Yavuz
Yok mu sende kılavuz
Mavria’nın üstüne
Nasıl gittin yalavuz
türküsünde olduğu gibi hayranlıkla ve gururla ifade edilirdi.

Karadağ Muharebeleri
Dünya Harbi esnasında yöremizde cereyan eden en önemli muharebeler Karadağ ve çevresinde meydana gelmişti. Halkımız donanma desteğine sahip düşmanı dağlara davet etmişti. Onunla kahramanlıkla dolu hesaplaşmasını bu dağlarda yaptı. İsmet Zeki Eyüpoğlu “Kara zıpkalılar” adlı şiirinde dağlarda sergilenen direnişi şöyle anlatır:

Kara zıpkalılar “Allah!.. Allah!... dağlar bizimdir” dedi.
Kanıma kan diye sesler yükseldi.
----
Hey Allahım Honefterin günü müdür?
Karaptalda dernek mi var?
At bindiler, kılınç kuşandılar kara zıpkalılar
Kıyasıya vuruştular günlerce,
Bire on veren başak misali kırıldı Urus, Urum, Ermeni.


Bir başka şair Cemal Bahadır, Karadağ’a seslendiği şiirinde bu olaylara vurgu yaparak şöyle der:

Başın dumanlıdır yaslı mısın ne?
Kaç meçhul askeri gömdün sînene?
Bugün pek başkadır, benzemez düne.
Şehitler mezarı olan Karadağ!


Karadağ’da ecdadımızın sergilediği bu şanlı direnişin bir kısmını, Muzaffer Lermioğlu’nun kaleminden aktarmak istiyorum. Mezarlarına bir taş bile dikemediğimiz o aziz şehitlerimizin 92 yıl sonra tekrar hatırlanmasına, o mübarek şehitlerimizin ve gazilerimizin rahmet ve minnetle anılmalarına vesile olması dileğiyle…


LERMİOĞLU’NUN HATIRALARINDA BÜYÜKLİMAN ÇEVRESİ SAVAŞLARI
Rusların kasabayı (Akçaaabat’ı) işgâli üzerine kıtaatımız Vezuldimena ve Yoroz sırtlarına çekilmişti. Başlıca hareket üssümüz Karadağ, Karaaptal, Beypınarı olmuştu. Rus harekâtı bu sahaya intikal edince faaliyetini kaybederek derme çatma kuvvetlerimize ilçenin bu dağlık sahasında geçit yollarını ve hâkim noktaları tutarak mukavemete hazırlanmaları imkânını vermişti. İlçe toprakları dahilindeki müdafaa tam 91 gün devam etmiştir. Bilâhare Bayburt'un sükûtu üzerine hasıl olan askerî mecburiyetlerle buranın tahliyesi emredilmekle ilçe dahilindeki harekât Rumî 14 Temmuz 1332 (27 Temmuz 1916) tarihinde son bulmuştu.

Burada savaşan kuvvetlerimize aşağıda tesbit ve izahına çalışacağımız veçhile kısmen hicret etmeyen ilçenin dağlık köylerinden Mula ve Sıdıksa köylerinin bir kısmı halkıyla hassaten Vakfıkebir ve Tonya halkından bir çokları katılarak arazinin verdiği imkânlardan da faydalanmak suretiyle Rus kuvvetlerini tevkife muktedir olmuşlardı. Araziyi karış karış bilen ve çok iyi silah kullanan sivil halktan müteşekkil çeteler bilhassa gece baskınlarıyla Ruslara aman vermemiş ve mevcutlarından çok üstün sayıda Rus kuvvetlerini imha etmeye muvaffak olmuşlardı. Bu havalide Hıdırnebi'ye tabiye edilmiş bir topumuzla harekâtın buraya intikalinden yirmi gün sonra da Beypınarı'na iki ve Honefter Dağına bir top tâbiye edilerek elimizde cem'an dört topumuz vardı. Buna mukabil Ruslar Mimera, Taşlıoba ile Visera Kale mevkiine ve bilâhare Potonos ve Şinik sırtlarına sekiz batarya top yerleştirmişlerdi. Topçumuzun elinde yeter derecede mermi de yoktu. (…)

Bu havalideki savaşlarda bilhassa Vakfıkebir, Tonya halkıyla Sıdıksa ve Mula köyleri halkından ilk günlerde hicret etmeyerek burada düşmanla savaşmayı kabul eden ve çete halinde teşkilâtlandırılan sivil halk, askerlerimizden daha müessir surette hizmet etmiş ve her çarpışmada Rusları bozguna uğratmış ve ordunun bu hattan ric'atine kadar Ruslara tek adım attırmamışlardır. Burada teşekkül eden çetelerin başında Vakfıkebir Koftantoz köyünden Kopluoğlu Ahmet Çavuş, Erde köyünden Hacıfettahoğullarından Halim Ağa ve oğulları ve Garbetoğlu Ahmet Çavuş ve Hekimoğlu Mustafa Ağa ve yine Tonya'nın Ağır köyünden Lermioğlu Halim ve Keleş ağalarla, Tekaüdün Salih Ağa ve Mula köylü Kasım oğlu Çakal Mustafa, Kadahor köyünden Bizoğlu Kulaksız Salih, Öksüzoğlu Faik, Köroğlu Cafer ve Maçkalı Çolak oğlu Ali Ağa ve diğer emsali değer ifade eden kahraman ve fedakâr yurttaşlarımız vardı. (…) Buralardaki savaş başlıca Karadağ Yaylası eteklerindeki Rohnoy Obası'nın karşısındaki Soğuksu Tepesi ile Eşek Meydanı, Hıdırnebi, Balıklı sırtları, Mucura köyü ve ayrıca Derinoba, Beypınarı, Mula Obası'nın Ballıkıranı ve Raşı Tepesi ile diğer muhtelif mevkiide vukua gelmiştir.
Karadağ - Soğuksu ve Eşek Meydanı Savaşları

Ruslar tedricen ilerleyerek Karadağ eteklerindeki Soğuksu tepesine bir tabur piyade ve dört ağır makineli tüfek yerleştirmişlerdi. Bunları bu tepeden atmak ve vaziyete hâkim olmak üzere bu tepeyi sis kapladığı bir günde Rohnoy Obası'nın sırtlarındaki Fonko Obası'nda yer alan Hacıfettahoğlu Halim Ağa'nın yetmişbeş mevcutlu çetesiyle Balıklı sırtlarındaki teşkilâtı mahsusa alayının iki bölüğü sisten faydalanarak buradaki düşman mevzilerine sokuldular ve birden ânî bir baskın halinde ateş açtılar. Ruslar beklemedikleri bu baskın karşısında derlenip toplanmadan ve ciddî bir mukavemet imkânı bulmadan firara başladı. Takip edilen düşman burada 72 ölü ile dört mitralyöz bıraktı. Bu tepe ile birlikte dört mitralyöz elimize geçti. Mukabil zayiatımız Trabzon'lu bir er ile altı yaralıdan ibaretti. Bu aziz şehidin mezarı Balıklı Obası'ndadır.

Ruslar iki gün sonra bu cephedeki kuvvetlerini altı piyade taburu ile takviye ederek elimize geçen Soğuksu Tepesi'ni geri almak ve bizi Karadağ'dan atmak için sabahleyin erkenden taarruza geçtiler. Piyade taarruzundan önce Potonos, Şinik ve Mimera'daki topçusu mevzilerimizi şiddetle top ateşi altına aldı. Düşmanın sürekli top ateşi tek isabet kaydetmeden kuru bir gürültü halinde devam etti. Yalnız Hıdırnebi Şahinkayası'nı çevreleyen orman kıt'asını tutuşturmuş ve bu ormandaki yangın bir hafta devam etmişti. Burada tâbiye edilen ve yukarıda işaret edilen bir topumuz bugün Potonos sırtlarındaki düşmanın iki topunu susturmağa muvaffak olmuş, Rus topçusu bunun bulunduğu yeri bir türlü tesbite muvaffak olamamıştı.

Bir saat fasılasız devam eden topçu ateşinden sonra piyadesinden bir tabur yukarıda adı geçen Halim Ağa ile Kopluoğlu Ahmet Çavuş'un yüzon mevcutlu olan çetesinin müdafaa ettiği Soğuksu Tepesi'ne taarruz etti. Bu tepeyi kahramanca müdafaa eden ve tek kurşununu boşa çıkarmayan çetelerimizin ateşi karşısında düşman taarruzu erir gibi dağıldı. Düşmanın diğer kuvvetleri yine topçusunun himayesinde İstera ve Vayton sırtlarından Koryana Köyü'nün Balıklı Obası sırtlarındaki teşkilâtı mahsusa alayı ile Fonko Obası'nın Zovon Burnu'ndaki Tonya çeteleri üzerine yüklendi. Burada da aynı derecede keskin bir mukavemetle karşılaştılar. Zovon Burnu'ndaki Lermioğlu Halim ve diğer Tonya çeteleri araziden ve ormanlardan faydalanarak Rus kıt'aları arasına sokulup Rus piyadesinin mühim bir kısmını yan ateşine almaya muvaffak oldular. Çetelerin bu mahir ve cesur hareketleri Teşkilâtı Mahsusa Alayı üzerine teksif edilen Rus taarruzunu kanlı zayiat ile sarsıp âkim bıraktırdı.

Savaş bütün şiddetiyle beş saat devam etti. Mevcutlarının üçte birini ölü ve yaralı olarak kaybeden ve mevzilerimiz önünde eriyen ve bilhassa yan ateşiyle sarsılan düşman ric'ate mecbur kaldı. Yine bu sırada bu dağlarda eksik olmayan bir sis tabakası harekât sahası üzerine çökmüştü. Araziyi ve geçit yerlerini iyi bilen çeteler cür'etkârane ve çevik hareketlerle ormanlardan da faydalanarak Rusların ric'at noktalarına kadar kayarak Rus ric'atini paniğe çevirdiler. Firar eden Rus piyadesini durdurmak için topçusunun açtığı ateş bu firarı durdurmamakla beraber Ruslara ayrıca zayiat vermekten de hâli kalmamıştı.

Zaferimizle sona eren bu savaşta Ruslar mevzilerimizin önüyle firar ettikleri sahada binbeşyüz'den fazla ölü, ikibinyüzsekiz tüfek bırakmışlardı. Buna mukabil bir subayımızla 147 er ve 84 çetemiz şehit düşmüştü. 14'ü ağır yaralı olmak üzere 68 yaralımız mevzilerin arkasındaki hastahane makamında kullanılan çadırlara nakledilmişti. Bu savaş ilçe dahilindeki savaşların en mühimidir. Eşek Meydanı ve civarı Rus askerlerinin cesetleriyle dolmuştu. İstihlâsı (kurtuluşu) müteakip burada büyük yığınaklar halindeki Rus askerlerinin kafatasları ile çürümüş kemiklerini gördüm. Son senelere kadar buradan gelip geçenler üzerinde bunlar tiksindirici bir manzara arzediyordu. Rusların bu savaştan sonra günlerce yaralılarını araba ve sedyelerle Trabzon'a nakleyledikleri görülmüştü. Bundan sonra buradaki hareketler keşif kolu çarpışmalarıyla gece baskınlarına inhisar etmişti.


İpsil Köyüne Baskın

Lermioğlu Halim çetesi bir sisli havada İpsil köyüne sokulmuş ve bu köyde dağınık ve silâh çatmış olan Rus müfrezesi üzerine ateş açarak isabetli atışlarıyla bu müfrezeyi darmadağın bir halde firara icbar ve çetesinin mevcuduna muadil sayıda Ruslara zayiat verdirmişti.
Mucura Köyüne Bir Gece Baskını

Bu baskın, yapılan baskınlar içinde en fazla başarı gösterilen gece baskınlarından biridir. Bu baskını Vakfıkebir ve Tonya çeteleri yapmıştır. Kendilerine katılan bu havali köy çocuklarının yardımıyla bir gece zifiri karanlıkta Rus nöbetçilerine hissettirmeden Rus ileri karakollarını ve ileri mevzilerini bir rüzgâr sessizliği ile geçerek Mucura köyündeki bir Rus alay karargâhına sokuldular. Muhtelif noktalara da arkadaşlarını korumak için geçit yerlerine ikişer kişi bırakarak köyün içine girdiler. Kapıları açık evlerde ve çoğu çadır altında yatan Ruslar derin bir uyku halinde idiler. Etrafta çıt yoktu. Evvelce aralarında kararlaştırdıkları veçhile ilk bomba atılmadan düşmana kat’iyen ateş edilmeyecekti. Karargâhtaki Rus subaylarının bulundukları çadırlara kadar girerek ilk bombayı burada ve toplu denecek bir halde yanyana çadırlarda yatan karargâh subaylarına attılar. Altı Rus subayı ile hademe erleri burada paramparça edildi. Köyün derin sükûneti içinde patlayan bombalar müthiş gürültüleriyle köyü bir anda âdeta altüst etmişti. Bundan sonra piyade ateşleri muhtelif noktalarda mütekâsif Rus askerlerine tevcih edildi. 42 silâhşörden ibaret olan bu çetenin baskını ümidin üstünde muvaffak olmuştu. Ruslar uyku sersemliği içinde silâh kullanmaya aman ve zaman bulamadan bir kaynaşmayı müteakip bu köyü ilçeye bağlayan şose üzerindeki dereye doğru panik halinde kaçışmaya başladılar. Toplu halde kaçanlar çetenin sürekli ateşleriyle yaralı ve ölü olarak köprü altını ve civarını doldurdular.

Çetemiz kanlı zayiat verdirdikten sonra düşman çekildi. Bunlar uzaklaşırken arkalarında bıraktıkları Rus kıt’aları korku ve şaşkınlıkla birbirleri üzerine ateş açmışlardı. Hareket üslerine dönen çetelerimiz, uzaktan bu düşman ateşlerine, sigaralarını avuçlarının içine gizleyerek neş’e ile gülüyor, “at ağam at!” diye düşmanla istihza ediyorlardı. Bu geceki baskında ayrıca bu köydeki binalara Ruslar tarafından depo edilen erzak ve mühimmatı, binaları tutuşturmak suretiyle yakmışlardı. Rusların ölü ve yaralı olarak ne kadar zayiat verdikleri tespit edilememiş ise de bu geceyi takip eden günde yüze yakın Rus yaralısının Trabzon’a taşınmakta olduğu görülmüştür.

Rus Vahşetleri ve Katliâm


Bu havalinin tahliyesini müteakip Rus komutanlığı silâhlı çetelerden alamadığı öcünü silâhsız ve müdafaasız sivil halktan ve bilhassa kadın ve çocuklardan almak istemiş, Mula’da öldürülen Rus askerinin intikamını almak için Mula köyünü yaktırıp hayvanatını yağma ettirdiği gibi, umumî bir katliâm emri de vermişti. Köylerin dağlık ve evlerinin dağınık olması sebebiyle az miktarda kalan bu havali halkı ile Tonya’nın silâhsız halkı dağlara ve ormanlara kolaylıkla iltica eylediklerinden Ruslar ancak Tonya’nın Karaağaç ve Piçinlik Boğazı arasındaki yol üzerinde ve hicret halinde bulunan Trabzon ve Akçaabat muhacirlerinden rastgeldikleri üçyüz’den fazla kadın ve çocuğu gaddarane ve caniyane bir surette öldürdükleri gibi köylerde karşılaştıkları pek az miktarda diğer sivilleri de birahmane öldürdüler. Katliâm bir gün devam etmişti. Bu katliâmda Rus kıt’asındaki Ermeniler bilhassa Rus askerlerinin bile galeyanını mucip olacak derecede canavarlıkta ileri gitmişlerdi.
(NOT: Bu yazı BÜYÜKLİMAN Yöre Kültürü Tarih Dergisinin Bahar 2008 tarihli 1'nci sayısının 14-22 sayfalarında yayınlanmıştır.)

5 Kasım 2009 Perşembe

MUSTAFA REŞİT TARAKÇIOĞLU KİTABINA İLİŞKİN BAZI TESPİT VE DÜŞÜNCELER


Tarihine baktığımızda, bir medeniyet merkezi olan Trabzon’da her faaliyetin merkezine kitabın konduğunu görürüz. Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti ilk faaliyet olarak kütüphane kurmuş, yani silâhtan önce kitap temin etmiştir. Şehirdeki sportif faaliyetlerin arasına futbolun girişi de kitapla olmuş ve ülkemizde ilk futbol kitabı basılan şehirlerden birisi Trabzon olmuştu. Yaşanan bazı olumsuzluklara rağmen, günümüzde de bu durum değişmiş değildir. Kitap yayıncılığı yönünden baktığımızda, arkada bıraktığımız 2008 yılının Trabzon için hareketli bir yıl olduğunu söyleyebiliriz. Bu yıl da Trabzon, kitap yayını hususunda önde gelen şehirlerimiz arasında yer aldı. Trabzon’u konu alan bu kitapların bir kısmı kamu kuruluşları tarafından, önemli bir kısmı ise özel yayınevleri tarafından neşredildi. Bu yayınevlerinden, neşrettiği kitapların hazırlanmasında ve basımında gösterdiği titizlik ve zerafetle Serander Yayınevi’nin öne çıktığı söylenebilir.

Yakın tarihimizin önemli simalarından merhum Mustafa Reşit Tarakçıoğlu’nun hayatını, hatıratını ve günlüklerini ihtiva eden kitap da yıl içinde Serander yayınları arasında neşredildi. Doç. Dr. Hikmet Öksüz ve Veysel Usta’nın hazırladığı eser, “Mustafa Reşit Tarakçıoğlu Hayatı, Hatıratı ve Trabzon’un Yakın Tarihi” adını taşıyor. Mustafa Reşit Trakçıoğlu’nun Hayatı, Hatıraları, Tarakçıoğlu’nun daha önce KTÜ yayınları arasında çıkan eseri ‘Trabzon’un Yakın Tarihi’ ve Günlükleri’nin ayrı bölümler halinde yer aldığı 384 sayfalık kitap, Bayındırlık ve İskân Bakanı Sayın Faruk Nâfiz Özak Beyefendinin değerli katkılarıyla üretilmiş.

Takdire şayan bir kadirşinaslık ve vefa örneği sergileyerek, bu kitabın hazırlanması ve neşrinde emeği geçen Hikmet Öksüz ve Veysel Usta ile Serander yayınları mensuplarını tebrik ediyorum. Trabzon’un tarihine ve kültürüne hizmet yolunda ortaya koyduğu takdire şayan bu asil davranışı dolaysıyla Sayın Faruk Nâfiz Özak’a şükranlarımı sunuyorum.

Mustafa Reşit Tarakçıoğlu, yaşadığı döneme rengini veren, ülkemizin maarifinde, cemiyet hayatında, siyasetinde önemli izler bırakan son dönemin mümtaz şahsiyetlerindendir. Trabzon’un efsane matematik hocası Ahmet Saka’nın kayınpederi, bilim adamlarımızdan Prof. Dr. Polat Saka’nın dedesi olan merhum, gerçek bir Trabzon sevdalısı, gerçek bir vatansever idi.


Mustafa Reşit Tarakçıoğlu ve Faruk Nâfiz Özak


Kitabın yayımını arzu eden, masraflarını karşılayan Faruk Nâfiz Özak ile rahmetli Tarakçıoğlu’nun hayatlarını incelediğimizde birçok benzerliklerinin, ortak noktalarının bulunduğunu görürüz. Bu ortak noktalardan birkaçına değindikten sonra esas konuya, kitap hakkındaki tesbit ve değerlendirmelere geçmek istiyorum.
Bu iki mümtaz şahsiyetin ortak vasıflarının başında Trabzon sevgisi gelmektedir. İkisinin de düşünce ve faaliyetlerinde belirleyici unsur; ‘hubbul vatan minel iman’ sözüne uygun bir şekilde, mensubu oldukları Trabzon’a olan aşk derecesindeki sevgileridir.

Trabzon’un merkez mahallelerinde dünyaya gelen bu iki şahsiyetin, aile yapılarında ve çevrelerinde de benzerlikler, ortak noktalar vardır. Mustafa Reşit Tarakçıoğlu, 1892 yılında hâfize bir annenin oğlu olarak, Trabzon’un eski adı Kindinar olan Bahçecik Mahallesinde dünyaya geldi. Faruk Nâfiz ise, şöhreti ülke sınırlarını aşmış hafız bir babanın oğlu olarak, 1946 yılında aynı şehrin Gazipaşa Mahallesinde gözlerini dünyaya açtı.

Faruk Özak Bey’in anne tarafından yakın akrabası, Trabzon Milletvekili rahmetli Fikri Karanis; Tarakçıoğlu’nun siyasetteki yol arkadaşı, aynı zamanda da 27 Mayıs 1960 sonrasının karanlık günlerinde mahpushanedeki kader arkadaşı idi. Mustafa Reşit Bey’in bir başka dava ve siyaset arkadaşı ise, Trabzon’un eski belediye başkanlarından, Faruk Özak’ın kayınpederi, merhum Ahmet Rasim Karanis’tir. Damadı, meşhur matematik hocası Ahmet Saka ise Trabzon Lisesinde Faruk Bey’in hocası.



Trabzon’un Tarihiyle, Kültürüyle Hemdert İki İnsan


Tarakçıoğlu ömrünün her anında Trabzon’u düşünmüş, özellikle bu şehrin tanınması, karanlıklar içinde kalmış tarihinin aydınlatılması için gayret göstermiştir. Bu sahadaki en önemli teşebbüslerinden birisi Trabzon Tarihi yazdırılması idi. Merhumun Erzurum Maarif Müdürlüğü döneminde hazırlıklarına şahit olduğu ve 3 üncü Genel İspektörlük (Bölge Valiliği) Müfettişliği döneminde kitaplaştığını gördüğü Erzurum Tarihi onu heyecanlandırmıştı. Rahmetli Abdurrahim Şerif Beygü tarafından son derece titiz bir şekilde hazırlanan ve kitap olarak basılan Erzurum Tarihi üzerine İnan Mecmuasında övücü yazılar kaleme almıştı. O, Trabzon’un da böyle bir tarihi hak ettiğine inanıyor ve bunun kısa zamanda olmasını arzuluyordu. Bu arzusunu gerçekleştirmenin kestirme yolunun, sevdiği ve takdir ettiği Abdurrahim Şerif Bey’e bu görevi vermek olduğunu düşünmüş ve bu değerli tarihçinin tayinini Trabzon’a aldırmıştı.. Şerif Bey’in, tayini tarih öğretmeni olarak Trabzon Lisesine yapılmıştı. Öğretmenlikten ziyade ondan istenen, Erzurum’a olduğu gibi Trabzon’a da bir tarih kitabı yazmasıydı. Şerif Bey göreve başlar başlamaz bu isteği gerçekleştirmek üzere kolları sıvar. Bu hususta bir iki makale de yazar. Ancak Şerif Bey’in sağlığı pek iyi değildir. Kısa süre sonra hastalanır ve sağlık sebebiyle tayini Eskişehir’e yapılır. Kısa süre sonra da vefat ettiği için çalışma tamamlanamaz. Mustafa Reşit Bey’in Trabzon tarihi üzerine çalışan, içlerinde Kemal Yanbey’in de bulunduğu, başka kişileri de desteklediğini biliyoruz.

Mustafa Reşit Bey, Trabzon’a kâmil mânada bir tarih kitabı yazdırma hayalini gerçekleştiremedi ama, kendisi hayatı boyunca geçmişe ve dönemine ait bildiklerini yazarak istikbalin tarihçilerine Trabzon’a ait belge ve bilgi bırakmaya çabaladı. İnan Mecmuası’nda yer alan yazıları bu arzu ve gayretlerine delildir. O, bir Trabzon Tarihi yazılması yanında bir de Trabzon Ansiklopedisi arzuluyordu. Onun için 1940’lı yıllarda adı geçen dergide “Trabzon Büyükleri” başlığı altında ‘Enveri Sadullah Efendi’, ‘Aşık Mehmet bini Ömerurumi’, Miralay Nuri Bey’, ‘Ali Naki Bey’, ‘Süleyman Sudi Bey’ başlıklarını taşıyan Trabzonlu bazı meşhur kişilerin biyografilerini yazmıştı. ‘Trabzon’da Oğuz Türkleri’ makalesi de bu dergide neşredilmişti.(Sayı: 16, Ocak 1945) Elimizdeki bu kitabı da bu çabanın bir ürünü sayıyoruz.



Trabzon’a Yönelik Tanıtım, Tarih ve Kültür Faaliyetlerinde Faruk Nâfiz Özak


Faruk Nâfiz Özak'ı yakından tanıyanlar onun, bediî zevk sahibi, kültürlü, geçmişine ve değerlerine sımsıkı bağlı bir kişi olduğunu bilirler. Bu özellikleri kazanmasında mensup olduğu ailenin, özellikle de hafız baba ve ressam amcanın tesirinin büyük olduğu şüphesizdir.

O da tıpkı Mustafa Reşit Bey gibi, Trabzon’un tanıtılmasına, karanlık tarihinin aydınlatılmasına, kültürel değerlerinin ortaya çıkmasına yönelik azamî gayret sarf etmektedir. Onun, bir iş adamı olarak, Trabzon Lisesi’nin 100’ncü yıl kutlamalarına katkılarının bizzat şahidiyim. Bu tarihî müessesenin şanına lâyık bir şekilde tanıtılması, şerefli mazisinin ortaya çıkması için azamî fedakârlığı gösteren, maddî ve fiili katkılarda bulunan kişilerin ilk safında Sayın Özak vardı. Tarihine, değerlerine bağlı bir kişi olan Özak, sporcuyken de mühendis ve iş adamıyken de kendini daima Trabzon’a yönelik bu tür kültür faaliyetlerinin içinde bulmuştur. Siyasetçi Özak’ın bu özelliği daha da belirgin haldedir. Bayındırlık ve İskân Bakanı olduktan sonra ise, Bakanlığın yoğun mesaisine rağmen, Trabzon onun gündeminin ilk sırasını daima korumaktadır.

Bu dönemde Trabzon’un tanıtılmasına yönelik en geniş kapsamlı organizasyon olan “Trabzon Etkinlikleri” onun en önemli faaliyetlerindendir. Trabzon’un kurtuluş yıldönümlerinde düzenlenen, diğer şehirlerimizce de taklit edilmeye çalışılan ve her kesimden büyük takdir alan bu faaliyet, sahasında bir ilktir. Bir başka önemli çalışması ise KTÜ’de Trabzon Araştırmaları Enstitüsü kurulması çalışmalarıdır. Sayın Bakan, Trabzon’la bilgili kitap, bilgi, belgenin bir araya getirilerek ciddi bir alt yapı oluşturulması, bu altyapıya dayalı Trabzon odaklı akademik çalışmaların kalitesi ve sayısının artırılması için ilgili kişi ve kuruluşlarla temaslarını sürdürmektedir. Devlet Arşivlerinde bulunan Trabzon ile ilgili belgelerin bir kısmının temini, Rusya arşivlerinde bulunan Trabzon’un işgal günlerine ait filmlerin kopyalarının ülkemize getirilmiş olması, çalışmaların ilk olumlu ve heyecan verici sonuçlarındandır.

Sayın Bakan’ın Trabzon’a yönelik kitapların basımına sağladığı destek neticesi, tesbit edebildiğim kadarıyla yıl içinde 10 civarında kitap çıkmıştır. Bunlar arasında Serander yayınevi tarafından yayınlanan; Trabzonlu Köseç Ahmet Dede’nin “Et-Tuhfetü’l-Behiyye Fi’t-Tarikati’l-Mevleviyye” adlı eseri, Yrd. Doç. Dr. İsmail Akbal’ın “Millî Mücadele Döneminde Muhalefet” adını taşıyan doktora tezi, Haydar Gedikoğlu’nun “Masallar Öyküler Söylenceler Destanlar” adlı çalışması ile Mustafa Reşit Tarakçıoğlu’nun hayatını, hatırat ve günlükleri ile bir eserini ihtiva eden, bu yazımıza konu ettiğimiz kitap: “Mustafa Reşit Tarakçıoğlu Hayatı, Hatıratı ve Trabzon’un Yakın Tarihi” önem arzetmektedir. Yine 2008 yılı başlarında yayımlanan “Trabzonlu Meşhurlar Ansiklopedisi” de Sayın Bakanın sözü edilen destekleriyle Vadi Yayınlarınca gerçekleşmiştir. Hüseyin Albayrak tarafından hazırlanan ve ciddi tenkitler alan bu kitap da üzerinde durulması gereken bir çalışmadır.



Mustafa Reşit Tarakçıoğlu Kitabı



Tarakçıoğlu kitabı Serander yayınevi tarafından hazırlanmış ve basılmış. Serander Yayınevi Trabzon’da kurulmuş, faaliyetlerini burada sürdüren, kitapları arasında içerik ve estetik açıdan birinci sınıf eserler bulunan bir yayınevimiz. Ancak, üzülerek söylemek zorundayım ki, bu çalışması önceki çalışmalarına gölge düşürecek cinstendir. Yazım, aktarım ve hazırlık yönlerinden aceleye getirilmiş olduğu, kitabın gerektirdiği titizliğin gösterilmediği, kuyumcu işçiliğinin yapılmadığı, biyografideki eksikliklerden, okuma hatalarından, indeksteki özensizlikten anlaşılmaktadır.

Burada kitapta tesbit ettiğim yanlış ve noksanların bir kısmına değinmek istiyorum.


Biyografi Bölümünde Tesbit Edilen Eksiklikler, Yanlışlar

1 – Tarakçıoğlu’nun hayatı kaleme alınırken; yazdığı dergi ve gazetelerin koleksiyonları, MEB, Emekli Sandığı arşivlerindeki ve benzer arşivlerdeki dosyaların incelenmediği, sadece TBMM arşivi ile yetinildiği anlaşılıyor. Bu durum çalışmanın önemli bir eksikliği olarak karşımıza çıkıyor.
2 – Hayatı yazılan kişinin ailesi ve yakın çevresi ile ilgili bilgi verilmedi. Ailesi nasıl bir aile idi. Kardeşleri var mıydı. Varsa kimlerdi ve nasıl kişileri? Evlenmiş ve çocuk sahibi olmuş ise bu kişiler hakkında da mümkün olduğunca bilgi verilmeli idi.
3 – ‘Eğitimciliği’ başlığı altında verilen bilgiler, çoğunlukla tarih verilmeden afakî ifadelerden oluşuyor. Oysa yukarıda belirtilen arşivlerdeki dosyalarına bakılsa idi bu eksiklik giderilir ve görev yaptığı yerlere ait başlayış ve ayrılış tarihleri net olarak verilebilirdi.
Meselâ;
- Dosyasına göre Diyarbakır Maarif Müdürlüğüne atanma tarihi 26.09.1934 tür.
- Kitapta İzmir Maarif Müdürlüğüne atanma tarihi net olarak verilmiyor. (s. 27) Dosyasına bakılsaydı atama kararnamesinin tarihinin 16.06.1941, göreve başlamasının ise 21.07.1941 olduğu görülecekti.
- Tarakçıoğlu’nun, “1943 yılının Eylül ayında” emekli olduğu kaydediliyor. (s. 31) Resmî kayıtlar ise 22 Aralık 1943 tarihini gösteriyor.



Mehmet Galip Bey’den Sonra Trabzon Valisi Kim oldu?
Deli Hamit Bey mi? Deli Halit Paşa mı?


Kitabın üçüncü bölümünü, merhum Tarakçıoğlu’nun 1986 yılında KTÜ tarafından yeterli özenin gösterilmeyerek yayımlanan “Trabzon’un Yakın Tarihi” kitabı oluşturmaktadır. Önsözde; “Bu kitabın birinci baskısındaki bazı maddi hatalar tarafımızdan “hazırlayanların notu (H.N.)” şeklinde dipnot olarak düzeltilmiştir.” (s. 18-19) deniliyor. Gerçekten Mustafa Reşit Tarakçıoğlu’nun bu kitabında çok sayıda yanlış bulunmaktadır. Onun için hazırlayanların bu uygulaması doğrudur ve yerindedir.

Ancak, kitap incelendiğinde çok az düzeltme yapıldığı görülür. Bunların bir kısmı gerçekten isabetli düzeltmeler. Bir kısmı ise akla ziyan, doğru bilgileri düzeltme adı altında yanlışa tebdil eden, yanlışı düzelteceğim diye bir başka yanlışa sebep olan açıklamalardır.

Şöyle ki;

Mustafa Reşit Tarakçıoğlu, Mehmet Galip Bey’in valilik görevinden uzaklaştırılmasının ardından Trabzon Valiliğine Deli Hamit lâkaplı Kapancızâde Hamit Beyin atanmasını şöyle anlatır: “Onun yerine Samsun mutasarrıfı olan ve milli direnme taraflısı olduğu Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıktığı zamandan beri bilinen Deli Hamit, Trabzon’a vali tayin edildi.” (s 164) Müellifin bu ifadesi tarihi gerçeklerle birebir örtüşüyor. Hiçbir tereddüt taşımayan bu açık-seçik tarihi hakikat, ne hikmetse değerli hazırlayanlar tarafından yanlış kabul ediliyor ve 2 numaralı şu dip not düşülüyor:

Bu kişi Hamit Bey değil, Deli Halit Paşa olacaktır. Halit Paşa bu tarihte 15. Kolorduya bağlı III. Kafkas Tümeni Komutanı olup, Mustafa Kemal’den aldığı emir üzerine Vali Mehmet Galip’i tutuklayarak Erzurum’a sevk etmişti. H.N.” (s.164)

Şimdi bu düzeltme notunu inceleyelim:

1 – Nota göre, Trabzon Valisi Mehmet Galip Bey’in görevden uzaklaştırılmasından sonra Trabzon Valiliğine Deli Halit Paşa getirilmiştir. Oysa bugüne kadar, Cihan Harbinde ve Milli Mücadele’de büyük kahramanlıklar gösteren, Ardahan Milletvekili olarak bulunduğu TBMM’nde 1925 yılında öldürülen Deli Halit namıyla maruf Halit Bey’in (o tarihte henüz paşa değil) Trabzon valiliği görevine getirildiğine dair bir kayıt, belge, bilgi ortaya çıkmamıştır. Bu iddia ilk defa ortaya atılmıştır. Müddei iddiasını isbatla mükellef olduğuna, iddia sahiplerinin de üniversite mensubu ciddi kişiler olduklarına göre, hakikat adına kendilerinden bu iddialarını belgelendirmelerini bekleme hakkımız olduğunu düşünüyorum.

2 – Düzeltme notundaki Deli Halit Paşa ifadesindeki ‘paşa’ tabiri doğru değildir. Malûmdur ki; o dönemin sisteminde bir subay mirliva rütbesine kadar ‘bey’, bu rütbeden itibaren ‘paşa’ sıfatını alırdı. Deli Halit, Mehmet Galip Bey’in tutuklanmasının gerçekleştiği 24 Eylül 1919 tarihinde ‘kaymakam’, yani ‘yarbay’ rütbesinde bir subaydı. Yani ‘paşa’ değil ‘bey’di. Kendisi 6 Aralık 1920 tarihinde ‘miralay’ rütbesine, 31 Aralık 1922 tarihinde ise ‘mirliva’ rütbesine yükselerek ‘paşa’ sıfatını kazanmıştır.

3 – Bu 2 numaralı düzeltme notu, yazarın tashih hatası olarak Mehmet Galip yerine Ali Galip ismini vermesi (arka sayfada Mehmet Galip dendiği için bilgi değil, tashih hatası olabileceği anlaşılıyor) üzerine verilen 1 numaralı dipnot ile de çelişmektedir.

Söz konusu düzeltme notunda; “Heyeti Temsiliye emriyle 24 Eylül 1919’da Kazım Karabekir tarafından tutuklanarak görevinden uzaklaştırılmıştır. H.N.” (s.163) denmektedir. İki ayrı dipnotta iki ayrı bilgi… Mehmet Galip Bey Heyeti Temsiliye emriyle mi, yoksa Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle mi tutuklandı? Tutuklayan Halit Paşa mı? Kâzım Karabekir mi?

Bu dipnotlar yazılırken keşke Mehmet Galip Bey hakkında tek kaynak olan Prof. Dr. Ali Birinci’nin çalışmasına bakılsaydı.

Rahmetli Mustafa Reşit Bey “Trabzon’un Yakın Tarihi” adlı kitabını, kitabın sonunda yer alan kaynaklardan da anlaşılacağı gibi, çoğunlukla hafızasına dayanarak hatırat şeklinde kaleme almış. Dolaysıyla kitabın birçok yerinde olduğu gibi İzzet Bey’in şehadeti ile ilgili bölümde de yanlış bilgiler vermektedir. Eyüpzade İzzet Bey ile birlikte Trabzon’dan seçilen milletvekilleri; “Sakazade Hasan (Hasan Saka), Ali Şefik, Süleyman Sırrı, Servet, Hacıalizade İsmail, Görele Müftüsü Ali Şevket, Alaybeyzade Faik, Eyüpzade İzzet, Ali Şevket Bey” (s. 167) diye sayılarak, bu milletvekillerinin “23 Nisan 1920’de açılacak olan Millet Meclisine katılmak üzere” yolculuk hazırlığı yaptıkları ifade ediliyor.

Burada verilen isimlerin çoğu yanlış. Bir kısmı, Görele Müftüsü Ali Şevket Bey gibi, daha sonraki dönemlerde milletvekili olmuş kişilerdir. (Ali Şevket Bey 2. dönem ve sonrasında, yani 1923 seçimi ve sonrasında Trabzon’dan değil, Giresun’dan birkaç dönem milletvekili olmuştur.) İzzet Bey’in şehadeti 6 Mayıs 1920 tarihinde vukua geldi. “23 Nisan 1920’de” açılacağı söylenen bir meclise, açılış tarihinden 13 gün sonra gitmek gibi garip bir durum ortaya çıkıyor ki tashihe muhtaçtır. Yanlış isimlerin düzeltilmesi için konan notta; “23 Nisan 1920’de açılan TBMM’nde Trabzon milletvekilleri şunlardır” ifadesi altında 1. dönem Trabzon milletvekilleri sayılıyor. Ancak, TBMM’nin açılışındaki Trabzon Milletvekilleri Hüsrev (Gerede) ve Ali Şükrü Beylerdir. Diğerleri, 23 Nisan 1920 tarihinden sonra, dönem içinde çeşitli tarihlerde seçilerek TBMM’ne katılmışlardır.

Kitaba Göre 1955 yılında Trabzon Milletvekillerinden Bir Kaçı:
Sami Örük, İsmail Şenkaya, Emrullah Lütfü
Merhum Tarakçıoğlu, 20 Ocak 1955 tarihinde günlüğüne Trabzon’a ait işleri görüştüğü notunu düşer. Nota görüştüğü Trabzon milletvekillerinin adlarını da ekler. Kitabı hazırlayanlar bu notu bize şöyle aktarıyor:

Trabzon mebuslarından Mahmut Goloğlu, Sami Örük, İsmail Şenkaya, Emrullah Lütfü Beyle Mecliste toplanarak Trabzon’a ait işler üzerinde görüştük” (s. 325)

Hayret!.. Bir cümlede bu kadar hata nasıl yapılabilir? İnsanı ürperten, hayrete ve dehşete düşüren bu cümleyi birkaç kez okudum. Yapılan fahiş okuma hatalarına mazeret aradım, yazık ki bulamadım. Sayılan dört milletvekilinden üçünün adı Sami Örük, İsmail Şenkaya, Emrullah Lütfü olarak veriliyor. Dönemle ilgili kulaktan dolma bilgi sahibi olan kişiler bile bu adlarda Trabzon milletvekilinin bulunmadığını bilecekken, birisi akademisyen iki değerli tarihçimizin böyle bir yanlışa, özensizliğe, dikkatsizliğe imza atmalarına üzüldüm.

Sami Örük diye okunan kişi E. Tümgeneral Sami Orberk’tir. Sami Orberk (Trabzon 1891-Ankara 1957), 1954 yılı seçimlerinde Demokrat Parti listesinden Trabzon milletvekili seçilmiş bir Trabzon evlâdıdır. Sami Orberk’in adının bir başka yerde Sami Yerli olarak okunması ise hayreti muciptir.(Bkz. s. 332)

İsmi İsmail Şenkaya olarak okunan ise, ülkemize bürokrat, teknokrat ve politikacı olarak değerli hizmetlerde bulunan Dr. İsmail Şener’dir. İsmail Şener (Vakfıkebir 1913-Ankara 2000) 1954-1960 tarihleri arasında Trabzon milletvekili olarak TBMM’nde görev yapmış, KTÜ ve Atatürk Üniversitesi’nin kurulmasına önemli katkılar vermiş bir kişidir.

Emrullah Lütfü ise aslen Oflu olan, meşhur denizciler çıkartan (meşhur bahriye tarihçisi Ali Rıza Seyfi, Ord. Prof. Ata Nutku bu ailedendir) bir aileye mensup Emrullah Nutku’dan başkası değildir. Erzurum ve Trabzon milletvekillikleri yapan Emrullah Nutku’nun adı kitapta sadece Emrullah Lütfü (Lütfü için ayrıca 327, 328 ve 329’ncu sayfalara bkz.) olarak değil, maalesef Emrullah Mustafa (s. 340) olarak da geçmektedir.

Şahıs adlarını değiştirmek sadece bu milletvekilleri ile sınırlı tutulmamış, çok sayıda kişi aynı akıbete uğramış. Bunlar arasında Trabzon Milletvekili Ali Sarıalioğlu’nun soyadı Sayın (s.309), Rize Milletvekili Ahmet Morgül’ün soyadı Murgul (s. 333), ünlü cerrahlarımızdan Trabzonlu Prof. Dr. Kerim Sebati (Göker)’in adının Kerim Şakir olarak okunduğunu (s.59) kaydedelim.

Cemal Rıza Osmanpaşaoğlu ve Zeki Yağmurdereli Trabzon’un yetiştirdiği iki ünlü gazeteci... Bu iki merhum gazetecinin isimleri biraz çarpıtılarak ve ‘Hacı’ sıfatı da kazandırılarak kitapta yer almış. Trabzon Gazetesi sahibi, o günkü soyadı ile Cemal Rıza Çınar;Trabzon gazetesinden Hacı Cemil Rıza” (s. 328), Doğu Gazetesi’nin sahibi, merhum Osman Yağmurdereli’nin babası, Trabzon eski milletvekillerinden Zeki Yağmurdereli ise “Doğu gazetesinden Hacı Zeki Yağmur” (s. 328) olarak okunmuş ve kitaba dercedilmiş.


Yanlış Okuma Neticesi Oluşan Devlet Kurumları


17 Şubat 1955 günü Tarakçıoğlu yanına Trabzon milletvekillerinden Halit Ağanoğlu’nu da alarak Tarım Bakanı –o günkü tabirle Ziraat Vekili- Besim Beyi makamında ziyaret ederler. (Burada zikredilen Besim Bey adı da yanlış okuma neticesidir. Çünkü bu tarihte Ziraat Vekili olan kişi, bu görevi uzun yıllar sürdüren, eski Maliye Bakanlarından Maraş Milletvekili Mahmut Nedim Ökmen’dir. Nedim’in hazırlayanlarca Besim okunduğu anlaşılıyor.) Talepleri Akçaabat ve Vakfıkebir kazalarında çay ekimine müsaade edilmesidir. Bakan talebi kabul eder, ancak durumu tetkik için emir verdiği birim insanı hayrete düşürecek cinsten.

Mezarlıklar Umum Müdürlüğü ve Çay

Kitaptan aynen okuyalım: “Vekil Bey mezarlıklar umum müdürlüğüne emir vererek mahallerinden malumat alınmasını istedi.”(s. 327) Mezarlık ve Çay… Tarım Bakanlığına veya o günkü deyişle Ziraat Vekâletine bağlı Mezarlıklar Umum Müdürlüğü diye bir birimin bulunduğunu, bu kitap dışında bir başka kaynaktan okumanın mümkün olduğunu sanmıyorum.

Trabzon Daire-i Umumi Müdürü” (s. 326) ifadesiyle müdüründen söz edilen birimi de ilk defa duyduğumu ifade edeyim.


Yanlış Okunan Yer Adlarından Bir Kaçı


El yazısı metinlerde yer adlarının okunmasının zorluğu malûmdur. Kitapta bir çok şehre ait yer adları bulunmaktadır. Bu adların doğru okunup okunmadığını, yer adlarını ihtiva eden eserlerden, özellikle de İçişleri Bakanlığı’nın neşriyatı arasında yer alan “Meskun Yerler Kılavuzu”, “Son Teşkilât-ı Mülkiyede Köylerimizin Adları” gibi kitaplara müracaat ederek test etmek gereklidir. Kitabı hazırlayanların bu zahmete katlanmadıkları, yer adlarındaki fahiş okuma hatalarından anlaşılıyor. Bu hususu sadece Trabzon köyleriyle ilgili birkaç örnekle geçeceğim:

-Okul yaptırıldığı kaydedilen köyler arasında Sürmene’nin Mahno ve Vizera köylerine yer veriliyor. (s. 225) Kayıtlarda bu adlarda Sürmene köylerine rastlamadım. Maho, Mahura veya Aho olabilir. Visera bilindiği üzere Akçaabat Işıklı köyünün eski adıdır.

-Tarakçıoğlu 23 Ocak 1955 tarihinde günlüğüne; “Trabzon camilerine yardım yapılması için görüşüldü” notunu düşmüş. (s. 325) Altında da yardım yapılması kararlaştırılan yerleri saymış. Ancak burada, okuma hataları sonucu, belirtilen ilçelerde olmayan köy adları karşımıza çıkıyor.. Arsin ilçesinde Nomil, Araklı’da Racan, Beybahtan, Sürmene’de Hamzaköy, Zarvana (Sürmene’ye bağlı eski adı Zavzaka, yeni adı Yoncalı olan köy olabilir), Yomra’da ise Şifaköy adlı köyler veriliyor ki kayıtlarda bu ilçelerin bu adlarda köyleri gözükmüyor.

-Yanlış okunduğunu düşündüğüm bir başka köy adı da Akçaabat köyü olarak verilen İsteremela..(s. 338) Akçaabat’ta böyle bir köy bulunmuyor. O nedenle, bugünkü adı Gökçeler olan İhtimena Köyünün İsteremela olarak okunduğu düşünülebilir.


Netice-i kelâm


Yakın tarihimiz, özellikle de Trabzon’un yakın tarihi için son derece önemli bir kaynak olan bu eserin hazırlanmasına keşke daha fazla özen gösterilseydi. Eski adlarıyla günlüklerde, hatıratta geçen yerlerin yeni adlarının dipnotlarla verilmesi, adı geçen kişiler ve olaylar hakkında kısacık da olsa açıklama yapılması mümkün olsaydı, şüphesiz ki kitabın değeri kat kat artardı.

Ben Serander’i sevenlerdenim. Onun yeni ambarlar kazanarak büyümesini, ambarlarının kaliteli tahıllarla, türlü türlü meyvelerle, yalılarının Ağasar ballarıyla, küleklerinin yağlarla, peynirlerle dolmasını isterim. İsterim ki; ambarlarında çürük meyve bulunmasın, kapısını açınca burnumuza ağır kokular değil, serandere has kokular, mis gibi ayva kokuları gelsin.

Serander mensuplarına sözlerim acı gelmiş olabilir. Dilerim ki; Seranderdeki çürük meyvelerin ayıklanması dışında bir amacı olmayan bu sözleri, bir dostun acı sözleri olarak kabul ederler. Hakikat adına, kendilerinin ve Serander’in itibarı adına bu yanlışı tashih ederler. Yanlış insani bir şeydir. Önemli olan alınganlık göstermeden yanlışın kabulü ve düzeltilmesidir. Güzel insanlara da yakışan budur. Onun için, güzellikleri hataların ve eksikliklerin gölgesinde kalan bu güzel eser yeniden ele alınmalıdır. Veysel Usta ve Hikmet Öksüz bu eseri tashih edip, gerekli dipnotlarla baskıya hazır hale getirmeli, Serander de azami titizliği göstererek yeniden basmalıdır.

Bunu kitabın hak ettiğini, Serander’e ve kitabı hazırlayan dostlarıma yakışanın da bu olduğunu düşünüyorum.

HASAN KURT, YORGO VE TRABZON'UN İŞGALİ

Trabzon’un Rus işgalinden kurtuluşunun 90’ncı yıldönümü vesilesiyle Ankara’da yapılan Trabzon Etkinlikleri öncesi Hasan Kurt’un konuyla alâkalı bir yazı yazdığını ve bu yazıda ismimin geçtiğini duymuştum. Söz konusu yazıyı ancak etkinlikler sonrası okuma imkânım oldu.Okudum ve dehşete kapıldım. Hasan Kurt benim eski dostum. 30 seneyi aşkın bu mesleğin içinde olan bir gazeteci. Kendisini geçmişle bağlama iddiasını Rahmetli Zeyyad Nemli’nin oltasını eline alarak gösteren bir yazar. Hasan Kurt, 20 Şubat 2008 tarihli yazısına 24 Şubat’ı konu etmiş. "Her yönüyle Trabzon Etkinlikleri ve 24 Şubat gerçeği!" başlığını taşıyan yazı kesin hüküm ihtiva eden şu cümlelerle başlıyor:

"24 Şubat 1918… Rus işgal güçlerinin tası tarağı toplayarak, savaşmadan, kayıp vermeden Trabzon’dan çekildiği gün.Rus işgal güçleri, 1916 yılında da Trabzon’u alırken aynı şekilde hiçbir mukavemetle karşılaşmamışlardı.Rus’lar ellerini kollarını sallaya sallaya Harşit çayına kadar geldiler.Müslümanlar, topraklarını terk ettiler ve muhacirliğe çıktılar."

Ruslar, Trabzon’u işgal ederken hiçbir mukavemetle karşılaşmamışlar, ellerini kollarını sallaya sallaya Harşit çayına kadar gitmişlermiş…Yazıda, 1948 yılına kadar kutlama yapılmadığı vurgulanarak, bu yıldan sonra ABD’nin arzusu, İsmet Paşa’nın talimatıyla kurtuluş bayramı düzenlenmeye başladığı iddiasında bulunuyor. Bu iddiaya ise Veysel Usta’nın bir ifadesini referans gösteriyor…Hasan Kurt, yazının "24 Şubat gerçeği" ara başlığı altında istihza ve alaylı ifadelerle aynen şöyle diyor:

"24 Şubat Kurtuluş Bayramları’nda, Rus işgalini yaşayanların hatıraları da anlatılırdı. Akçaabat’taki bir törende Kaymakam günün anlam ve önemini belirten bir konuşma yapar ve ardından mikrofonu o günleri yaşayan yaşlı bir vatandaşa verir. Dede kürsüye çıkar, mikrofonu eline alır ve ‘Haçan Ruslar habu denizden donanmasıyla geliydi. Biz habu gabandan ukarı oyle bi gaçayduk oyle bi gaçayduk ki tabanlarımız ötumuze vuriydi’ diyerek o günleri anlatırken Kaymakam dedenin elinden mikrofonu alır. Rusları kovan dedelerimizin anlattıklarını da Ankara’daki etkinlikler de İsmail Hacıfettahoğlu herhalde dile getirir!"

Sevgili Hasan Kurt, benim sana asla yakıştıramadığım bu hükümleri, bu kanaatleri, bu üslup ve ifadeleri, ecdadın kemiklerini sızlatan bu iftiraları sen kendine nasıl yakıştırdın?.. Bunları yazarken hiç mi elin titremedi, vicdanın sızlamadı? İnsan doğduğu, üzerinde yaşadığı, suyunu içtiği, havasını teneffüs ettiği ve vatanım dediği şehrin tarihine, insanına, hatıralarına nasıl bu kadar yabancı olabilir, onlar hakkında bu kadar düşmanca, bu kadar gerçek dışı ifadelerde bulunabilir?!!

Hasan, sen bu yazıyı kaleme alırken konuyu araştırdığına ve yaptığın araştırmalar sonucu bu yazıyı kaleme aldığına inanmıyorum. İnanmak da istemiyorum. Senin yeterli bilgi sahibi olmadan kanaat sahibi olduğunu düşünüyorum. Başka türlüsünü ise sana yakıştıramıyorum. Araştırsaydın, Rusların ellerini kollarını sallaya sallaya Harşit çayına vardıklarını yazamazdın.Rusların, Trabzon’un 90 kilometre batısındaki ‘elerini kollarını sallaya sallaya’ Harşit’e gidemediklerini, 22 Nisan’da işgal ettikleri Akçaabat’ın hemen üstündeki Hıdırnebi Tepesi’ne dahi büyük kayıplar vererek ancak 3 ay sonra çıkabildiklerini bilirdin. Hortokop’ta kahramanca savunmamızı kırmak için verdikleri büyük kayıplardan haberdar olurdun ve cehlinle iftihar ederek yazdığın bu yazıyla o kahraman şehitlerimizin kemiklerini sızlatmazdın.

Dünyanın kan gölüne döndüğü Birinci Dünya Harbi dönemi, yani 1914-1918 yılları arası Trabzon tarihinin hicranlı dönemidir. Bu dönemde Trabzon ve Trabzonlu akıl almaz mezalimlere, ihanetlere, işgallere, muhaceretlere uğramıştır. Hastalık, açlık, sefalet ve çaresizliğin dayanılmaz acılarını çekmiştir. Muallim İbrahim Cudi Efendi, "Der Mesâib-i Harbi Umumî", yani Harb-i Umumî Musibetleri başlıklı şiirinde harp esnasında Trabzon’da yaşananları kıyametin kopuşuna benzetir ve "Ya seyyid-el verâ kum!... kad kâmed-il kıyâma" diyerek Peygamberimizi yardıma çağırır.

Hasan hadi Cudi Bey’in şiirini okumadın; "Rus işgal güçleri, 1916 yılında da Trabzon’u alırken aynı şekilde hiçbir mukavemetle karşılaşmamışlardı. Rus’lar ellerini kollarını sallaya sallaya Harşit çayına kadar geldiler." cümlelerini yazmadan önce, Allah aşkına, Baltacı Deresi, Madur Dağı, Sultan Murat, Kalafka, Hortokop, Hocamezarı, Hıdırnebi, Şinik, Haçka, Beypınarı, Karaabdal, Karadağ, Sis, Görele ve daha birçok yerde Rus birlikleriyle yapılan muharebeleri hiç mi duymadın?

Hasan Kurt, böyle bir yazı yazmayı düşünüyor idiysen yazmadan önce, o değerli vaktinden bir kısmını bir kütüphanede geçirseydin. Burada konuyu biraz araştırsaydın. En azından Genel Kurmay’ın ilgili yayınlarına, Fevzi Çakmak’ın eserlerine göz atsaydın, Hasan Umur’un, Muzaffer Lermioğlu’nun, Mehmet Bilgin’in, Altay Yiğit’in, Sadi Selçuk’un kitaplarını karıştırsaydın herhalde bu yazıyı yazamazdın.Bu konunun senin oltanın çekemeyeceği, ti’ye alınamayacak, istihzayla, alayla yaklaşılamayacak ciddi bir konu oluğunu bilirdin.

İddialarına gelince… Üstten bakarak, müstehzi bir ifadeyle benim bu konuları dile getirmemi bekliyorsun. "Rusları kovan dedelerimizin anlattıklarını da Ankara’daki etkinlikler de İsmail Hacıfettahoğlu herhalde dile getirir!" diyerek kendince dalganı da geçiyorsun. Orada getiremedim. Çünkü yazını okumamıştım. Hasan Kurt, inan ki yazdıkların kendimi ilgilendirseydi sana cevap vermezdim. Amma hakaret dolu, iftira dolu ifadelerin tarihimi, ecdadımı rencide ettiği için kısada olsa cevap vermek durumundayım.

İlk önce Akçaabat’ta geçtiğini iddia ettiğin hikâyeden başlayalım… Trabzonlu Rus donanmasını görür görmez edebî (!) bir şekilde ifade ettiğin gibi kaçtı mı? Bu ifaden kısmen doğru kısmen yanlıştır. Şöyle ki; Rus kuvvetleri Trabzon’u karadan ve denizden abluka altına aldığında ve bilahare işgal ettiğinde Trabzonluların tavrını üç grupta inceleyebiliriz.Trabzonluların düşmana direnecek gücü olmayanlardan bir kısmı; canlarını, namuslarını düşman ayağı altına düşmekten kurtarmak, esir olmamak için evlerini yurtlarını terk etmişlerdir. Bunlar için söylediğin gibi de demek mümkün. Yani kaçmışlardır da diyebiliriz. Bunlar birinci grubu teşkil ederler.

Hasan Kurt, bir düşün, kendini bu kesimin yerine koy… Rus donanmasının denizden, Rus birliklerinin karadan, uçaklarının havadan ateş yağdırdığı, çoluk çocuk demeden katliamların yapıldığı bir sırada imkânları onlarla baş etmeye yetmeyen insanlar acaba ne yapmalıydı? Ne yapabilirlerdi? Sen onların yerinde olsan ne yapardın?

İkinci grup hemşerilerimiz ise, kaçabilecek güce malik olmadıkları için içleri kan ağlayarak esarete boyun eğenlerdir.

Bunların dışında bir başka hemşeri gurubumuz daha vardır Hasan Kurt. Onlarsa Rus işgalini çılgınca eğlenerek, Rus askerlerine tezahüratlar yaparak, sevinç çığlıkları atarak karşılamışlardır. Yüzyıllarca bir arada iç içe yaşadığımız, her türlü hukuklarını koruduğumuz, bu hemşerilerimiz, maalesef en zor zamanında Trabzon’a ve Trabzonlu hemşerilerine ihanet etmişlerdir.

Sevgili Hasan, sahilden kaçan Trabzonlular ne yaptılar? Araştırdığında göreceksin ki İsmet Zeki Eyüpoğlu’nun şiirinde belirttiği gibi Rusları dağlara davet ettiler. İsmet Zeki Eyüpoğlu "Kara zıpkalılar" adlı şiirinde Trabzon’da yaşanan mezalimi ve vatan müdafaası için dağlarda sürdürülen o mücadeleyi şöyle anlatır:

Hendek boyu süngülenmiş iki canlılar,
Yediden yetmişe, eşikten beşiğe cana kıydılar.
Böyle olur gâvurun da kahpesi,
Kara zıpkalılar "Allah!.. Allah!... dağlar bizimdir" dedi.
Kanıma kan diye sesler yükseldi.
En büyük efkârıydı altmışlık Eminenin..
"Bubam afkursun" demiş, "Gayri unutmam bunu."
Hey Allahım Honefterin günü müdür?
Karaptalda dernek mi var?
At bindiler, kılınç kuşandılar kara zıpkalılar
Kıyasıya vuruştular günlerce,
Bire on veren başak misali kırıldı Urus, Urum, Ermeni.

Ben sahilden kaçıp dağlarda direnen böyle bir ailenin mensubuyum Hasan…
Dedelerim Halim Ağa ve İlyas Ağa çete reisleri olarak, azıcık kuvvetlerine rağmen, Tonyalı, Akçaabatlı, Vakfıkebirli diğer çetelerle birlikte, Şinik’ten Hıdırnebi’ye, Karadağ’dan Erikbeli’ne bir çok mevkide Ruslara kan kusturmuşlar, büyük zayiatlar verdirmişlerdi. Sonra ne mi oldu sevgili Hasan… Sonra Karadağ da düştü. Nokta bozuldu ve Rus birlikleri Harşit’e kadar dayandı.

Benim dedelerim de işte o zaman ailelerini alarak, götüremedikleri hayvanlarının bağlarını çözüp salarak, senin tabirinle kaçmaya başladılar Hasan. Hem de ne kaçış... Kürtün’den Şebinkarahisar’a, Merzifon, Osmancık üzerinden taa Adapazarı’ına… Oradan da Hendek İlçesinin Beynevit köyüne kadar gittiler. 24 Şubat 1918 sonrasında ise deniz yolu ile hasretiyle kavruldukları vatanlarına geri döndüler.

Ben, diğer akranlarım gibi, dedemin, ninemin göz yaşları dökerek anlattıkları bu muharebeleri ve muhacirlik günlerini, göz yaşları içinde dinleyerek büyüdüm. Onun için Hasan, bu yaşımda bile "Trabzon’dan çıktım başım selâmet" türküsünü göz yaşlarımı zaptederek sonuna kadar dinleyemem. "Çavuşluya geldim koptu kıyamet" mısrası beni o günlere götürür, hıçkırıklara boğulurum. Rus donanmasının muhacir çıkan halkın üzerine ateş yağdırmasını ve çoluk çocuk demeden, genç ihtiyar demeden yüzlerce masumu katledişini hatırlarım.

Bu benim tarihim Hasan... Bu Trabzonumun, Trabzonlunun tarihi. Bunlar belki senin için bir mânâ ifade etmiyor. Ancak, senden yaşadığın topluma saygı duymanı beklemek, benim değerlerime, ecdadıma hakaret etmemeni istemek de benim hakkım olsa gerek.

Evet Hasan, bir çok Trabzonlu Rus donanmasından, Rus ve onun yanında yer alan Ermeni ve Rum azınlıkların zulmünden kaçtı. Trabzon merkezinden de birçok ailenin deniz yoluyla, kara yoluyla hicret ederek Giresun’a, Ordu’ya, Samsun’a gittiklerini biliyorum. Ancak, Kürtoğulları bu sırada ne yaptı bilemiyorum.

Seni bilemem, ancak ben o kaçıştan, o hicretten iftihar ediyorum. Ecdadımla, tarihimle gurur duyuyorum.

Yazında kullandığın o istihzaî üslup, o ünlem işaretlerin beni derinden yaraladı Hasan. Her biri birer kahraman olan ecdadım için bu üslubu kullanmaya hiçbir şekilde hakkın yoktur. O kaçtı dediğin insanlar kurtuluş sonrası derhal vatanlarına döndükleri gibi, kendi dertlerini unutarak ülkenin kurtarılması için ilk teşkilâtı yaparak Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti’ni kurmuş, Erzurum Kongresi’ni toplamış insanlardır. Onların ön safında da senin mesleğini ifa eden Faik Ahmet Beyler, Ömer Fevzi Beyler, Meşveretçi Naci Beyler vardı.

Bu tavrın ve üslubun, istihzaların, ünlemlerin, bu coğrafyayı kanlarıyla vatanlaştıran şehit ve gazi ecdadımıza, tarihimize saygısızlık olduğu gibi, üzerinde emeği olan, "Oltaya Vuranlar"ın gerçek sahibi o güzel insana, Rahmetli Zeyyad Nemli’ye de saygısızlıktır.

Sevgili Hasan, bu yazınla, barış (!) ve dostluk (!) ödülü verdiğimiz Yorgo Andriadis’le aynı safta yer aldığını söylemek zorundayım. Yorgo ödül aldığı Tamama adlı kitabında kendince Trabzon’un Ruslar tarafından işgali esnasında yaşananları anlatır ve şöyle der:

"Özellikle Trabzon’da Hıristiyanlar, kendinden geçip bir ulusal gururu yaşıyorlardı. Uzun kölelik yıllarından sonra, sonunda, "her şey yine bize aitti". Yüzyıllarca beklenen bir düş gerçekleşmişti. Hıristiyan Trabzon ayaktaydı. Uluslarının yüzyıllarca köle olarak çektiği bütün acıların intikamını Müslüman halktan almak isteyen bir sürü ateşli Rum vardı. Ama Başpiskoposun gölgesi her yerde hazır ve nazırdı. Müslüman erkekler korkudan muhacir olup, kaçıp gitmişti. Aileleri ve küçük çocukları ise savunmasız kalmıştı."

Görüldüğü gibi Yorgo; Cihan Harbinde Galiçya’dan Hicaz’a, Kafkasya’dan Çanakkale’ye kadar, her cephede eli silâh tutan Trabzonluların, vatanları için savaştıklarını görmezden ve bilmezden geliyor. Kahraman ecdadımızı utanmadan ve sıkılmadan, karılarını ve çocuklarını esaret altında bırakarak korkup kaçmakla itham etmek alçaklığını gösteriyor. Bu alçaklık da bizden sayılan birileri tarafından ödüllendiriliyor...

Yorgo, bize duyduğu kin ve düşmanlık dolayısıyla bunu yapabilir. Ancak, bu sana yakışmaz Hasan. Senin safın onun yanı olamaz ve asla olmamalıdır. Ezcümle şunu bil ki Hasan; Birinci Dünya Harbinin öncesinde, içinde ve sonrasında Trabzon’da akla, havsalaya sığmayacak derecede büyük kahramanlıklarla dolu olaylar yaşanmıştır. Bunu lütfen araştır ve bu yazıdan dolayı özür dile, safını belli et. Sana yakışan budur.

Kurtuluşun törenlerle kutlanmasının 1948 yılında başlamasına ve bunun altında ABD’nin olması görüşüne gelelim…

Kurtuluşun şenliklerle kutlanmasına 1948 yılında başlandığı doğru. Trabzon Halkevi’nin önayak olmasıyla Trabzon’un işgalden kurtuluşunun 30’ncu yılında kurtuluş şenlikleri Trabzon merkezde olduğu gibi, Trabzonluların yoğun olarak bulunduğu İstanbul’da da yapılmıştı. Bunların detayına girmek burada mümkün değil. Ancak, Veysel Usta’ya da atıf yaparak ABD iddiasını ileri sürmen hususunda bir iki cümle söylemek isterim.

İkinci Dünya Harbi sona ermek üzereyken, 1945 yılı sonlarında Gürcü profesörlerin bildirisiyle başlayan, Giresun da dahil olmak üzere Doğu Karadeniz’den Rusların toprak talepleri, Trabzon başta olmak üzere ülke genelinde tepkilere sebep olmuş, gazetelerde haberler, makaleler yazılmış, nümayişler tertip edilmişti. Boğazlar, elviye-i selâse dediğimiz iller Moskova Konferansı’nda gündem olmuş ve Rusya bize nota vermişti. Bu hususu merak ediyorsan konuyla ilgili Fuat Köprülü’nün, Osman Turan’ın ve Fahrettin Kırzıoğlu’nun yazdıklarına bakabilirsin.

ABD bizim köşeye sıkıştırılmamızdan istifade etmiş olabilir. O günkü hadiseleri değerlendirince, Missuri Zırhlısı’nın bir yıl önce ABD’de vefat eden büyükelçimizin naaşını büyük bir tantana ile İstanbul’a getirmesi ve benzeri olayları göz önüne alınca, zaman zaman ben de aynı kanaatlere varıyorum. Bazı kişilerce iddia edildiği gibi, olaylar bizi NATO’ya dahil etmek için tertiplenen komplolar da olabilir.

Sevgili Hasan, velev ki bu olaylar birer tertip olsun, ABD çıkarları gereği bizi Rusya’ya karşı kine sevketmiş olsun, bu neyi değiştirir? Bunun Trabzon’un gerçekleriyle ne ilgilisi var?Uluslararası konjektür mutlaka mahalli olaylar için de önemlidir. Ancak, bu belirttiğin husus, Trabzon’da yaşananları gizlemek için sis oluşturmaktan başka bir şey değildir. Bunlar, Trabzon’un Birinci Dünya Harbi’ndeki yaşadıklarını hiçbir şekilde değiştiremez. Kurtuluşunu kutlamasına bir mani teşkil edemez.

Hasan, bu kulaktan dolma iddiaların, Trabzonlu’nun askeriyle birlikte vatanını bütün gücüyle savunduğu, işgale karşı sonuna kadar kahramanca direndiği gerçeğini ortadan kaldıramaz. Bunun aksini iddia etmek mümkün değildir.

Tekrar ediyorum. Ruslar şehir merkezi hariç, işgal boyunca hiçbir zaman yüksek irtifada tam bir hâkimiyet kuramamıştır. Kurtuluşun Erzincan Mütarekesi neticesi olduğunu göz ardı etmek ise bir başka yanlıştır. Burada Trabzon kurtuldu mu, kurtarıldı mı? Sorusu sorulabilir. Ancak bu da neticeyi değiştirmez. Önemli olan bizim vatanımıza kavuşmamızdır. Suyu bulandırmanın, tarihi gerçekleri ters yüz ederek, bilgi sahibi olmadan görüş sahibi olmanın kimseye faydası olmaz.

Sana son sözlerim sevgili Hasan Kurt, lütfen 'mezarlık ağaçlandırma projeleri' gibi uçuk kaçık projelerle ilgilen, onları tenkit et. Mülkî ve mahallî yöneticilere köşenden talimatlar vermeye devam et. Bu işleri kendince iyi de yaptığını sanıyorum. Ama ne olur, yeterli bilgi sahibi olmadığın, ehil olmadığın bu tür konulara girme. Bunlar derin konulardır. Şurasını unutma ki; kişi her şeyi bilemez, bilmek zorunda da değildir. Malûm, o bildiğinin âlimi bilmediğinin cahilidir. Ve her kişi oku emrine muhataptır. Ancak yazmakla mükellef değildir. Bunları bir dost sözü, ikazı kabul et ve lütfen bildiğin anladığın konularda yaz. Haddini aşma. Ediblerin edebli olması gerektiğini unutma. Mesleğinin gereği, sorumluluğu da bunu icap ettirir.

YAPILAN YORUMLARDAN

• 22 Eylül 2009 23:51 Osman Karagüzel
Trabzon'un işgali ile ilgili malum zata verdiğiniz cevabi yazınızı okudum. Bilinen şahsına münasip ve tamamen kendi ego ve kaprisine ait, yazı denemeyecek, 'harfler çöplüğü' denebilecek hezeyanlarına ait yazınıza aynen katılıyor, tamamının altına imza atıyor, şükranlarımı arzediyorum. Yazar olmak, yazı yazmak, hele Tarih yazmak insanların işidir ve her şeyden önce insan olabilmeyi gerektirir. Daha da önemlisi bu toprağın evladı, bu toprağın yoğurduğu yerlilerden, kökü dışarıda olmayanlardan, ya da beyni yabancılaşmış olanlardan olmamalıdır. Tekrar teşekkür ediyor, elinize sağlık diyor, yerli ve milli kaleminizin hiç susmamasını Mevla'dan niyaz ediyorum.

• 09 Eylül 2009 10:58 Tahir Orhan
Saygıdeğer Ağabey, Trabzon'un yakın tarihiyle ilgili yazını sonun kadar büyük bir keyifle okudum. Hasan Kurt vakası zaten yeni değildir. O Trabzon'un uslanmaz kalemidir; aynı zamanda da hizip başıdır. O şimdi bunun ne demek olduğunu da anlamaz ve bana da saldırır ama olsun zararı yok. Daha geçenlerde de bu şehirde en az 15 kilisenin yıkıldığını ve Hıristiyanlara büyük eziyetler edildiğini yazmıştı. Sümela'da da Yunanlıların ayinlerine neden izin verilmediğini sormuştu. Umarım bu cevabınızı anlar. Umarım diyorum, anlayacağından şüphem var çünkü. O bundan da bir paye çıkaracak kendine. Sizin gibi değerli bir araştırmacıdan cevap aldığından dem vuracak. ama olsun, çok iyi oldu.

Gönüldaş
İsmail HACIFETTAHOĞLU kardeşime tarihi, kültürel ve ata mirasımıza karşı gösterdikleri hassasiyetten dolayı sevgi, saygı ve şükranlarımızı arz ederiz. Atalarımızı ne kadar çok minnetle, rahmetle ve dualarla ansak dahi yine onlar için bir şeyler yapmış olamayız. Onlar bizler için canlarını, mallarını ve rahatlarını seve seve feda etmişlerdir. Sayın Hacıfettahoğlu tenkitlerinde son derece haklıdır. Sayın Hasan KURT da aslında tarihine bağlı birisi olmasına rağmen böyle bir yazıyı kaleme almasını, onun halkına sırtın dönen, ya da “dönek” diye tabir edilen ve yahut ta “hain” diye damgalanacak silik ve şahsiyetsiz kişilerden olmadığını ve asla da olmayacağını belirtmek isterim. Sayın Kurt’un böyle bir yazıyı ancak akıl ve mantık ve hafızayı dumura uğratan bir içki âleminde kaleme alınacak, akıl süzgecinden geçmeyen yazılar olarak görüyorum. Sayın Kurt’un yaptığı bir tarihi hatayı düzeltmesi mümkündür. Zira inanıyorum ki bu yazı onun gerçek bilgi birikim, duygu ve düşüncelerinin ürünü olamaz. Bilindiği üzere bu ülkede Kürt kardeşlerimiz üzerinden akıl ve gerçek dışı fıkralar uydurulur ya da bazı kötü niyetlilerce Kürtlere uyarlanır oldu. Ve sinsi ve düşmanca Kürt kardeşlerimiz ayrıştırılmaya çalışılmaktadır. Başarı da epeyce de yol aldıklarından bu namert ve melun taktik, Karadenizli olan bizler için ortaya konulmaya başladı. Vatanını, milletini her şeyden çok seven bu halk ayrıştırılmaya çalışılmaktadır. Müslüman Türk kimliğine sahip hazır-cevap Temel’i bile tartışmaya açanlar da bunlardır. Ancak Sayın Kurt’u değerlendirmek için geçmiş yazılarını değerlendirmeden yorum yapmak hatalı olacaktır, sanırım. Ancak ayrıştırma konusunda Akçaabat’ta yaşandığı iddia edilen uydurma ve alçakça bir hikâyeye atıfta bulunulması başta Akçaabatlılar olmak üzere bütün Trabzonluları ve Karadenizlileri derinden üzmüştür. Bu gerçekdışı hikâyeyi uyduranın şeref ve haysiyetle ne ilgisi olabilir. Bu yalan ve iftira hikâyeyi uyduranları ve tekrarlayanları şiddetle kınıyoruz. Sayın Kurt’un böyle yalan ve uydurma hikâyeye yer vermesi, dağlarda Ruslarla yapılan savaşlardaki siperler hala dağlarda belirli olduğu ve kazdıkça yerlerden şehit kemikleri ve cephane artıklarının fışkırmasını, Rus mermi ve bombardımanlarından Rus destekli Ermeni katliamlarından ve Rum soygun çetelerinden kurtulmak için evlerini, barklarını, yurtlarını her türlü yoksulluk ve çaresizliğe rağmen terk edip Harşit Dersinden çok uzaklara ihtiyar, kadın ve çocukların muhacirliğe çıktıklarını, açlık, sefalet, soğuk, hastalık ve Ermeni ve Rus istilacıların bu Müslüman muhacirlere verdikleri kayıpları, bölünen parçalanan aileleri unutmak inkâr etmek mümkün müdür? Bunu Sayın Kurt; bizler gibi dedelerinden, ninelerinden, madalyalı gazilerinden hiç dinlememiş midir? Yoksa onların çektikleri zulüm ve işkence ve yaşadıkları katliamları küçümsemekte midir? Hiç sanmıyorum, ama ben yine de Sayın Kurt’un yazı içeriğinde yer aldığı üzere kötü niyetli olmadığını düşünüyorum. Tabii bazı yorumcular durumdan vazife çıkartıp Sayın Kurt’un Kürtlüğüne vs kadar detaya inip hakaret etmesi ahlak ve insafla bağdaşmaz. Sayın Kurt’un amacın aşan bu yazıdan dolayı Karadeniz ve Trabzon ve özellikle de Akçaabatlılardan özür dilemesini bekliyorum.

• 17 Haziran 2009 11:08 Hakan Sarali
sayın hasan kurt yakın zamanda ekpres de bir yazısında üniversite öğrencilerinin siyasi vesosyal etkinliklerini değerlendirirken 40 bin öğrenciden 5-10 kişinin yaptıklarının veya rektörlüğün onlara verdiği uzaklaştırma cezalarının normal/ caiz olduğunu vurgulamıştı. bilmiyorum ama ekpres gazetesinin daha muhalih bir damarı olduğunu hissetmiştim.Statukonun bekçiliği insanlığa tarihin hiç bir devrinde yol gösterememiştir.aksine geriliğin ana etkeni olmuştur.

• 29 Mayıs 2009 17:53 Ali Sağlam
Hasan Kurt KTÜ kuruluş yılı kutlamalarını bahane ederek yine mukaddeslerimizle alay etmeye başladı. Kurtuluşla alakalı yazdığı haddi aşan, edebe ve adaba sığmayan yazısı üzerine Sayın Hacıfettahoğlu'ndan gerekli dersi almıştı. Hacıfettahoğlu'nun gayet kibarca ve dostça ikazlarını ise, ne hikmetse, küfür ve tehdit olarak algılaması da Hasanca bir durum. Son aymazlığında ise Ali Öztürk'ten gerekli dersi aldığını umuyorum ve kendisine sesleniyorum. Yapma Hasan Kurt, sana bu tavırlar yakışmıyor. Seni sevenleri üzme, ecdatının kemiklerini sızlatmaktan vazgeç. Lütfen camii duvarından uzak dur...•

Süleyman İskender 12 Mayıs 2008 20:54
Çok Muhterem İsmail Hacıfettahoğlu Kardeşim, Öncelikle, sonsuz saygı, selam ve şükranlarımı sunuyorum. Trabzon’un yakın tarihi konusunda, yazmak lütfunda olduğunuz bilgiler için, tebriklerimi ve takdirlerimi arz ediyorum. Ülkemizdeki iller içinde, Trabzon’un çok özel bir yeri vardır, bunu bilenler bilir…, detaylarına girmeye gerek yok. Sözünü ettiğiniz, Selanik’te ikamet eden “Yorgo Andriadis” isimli şahsın, 1957’den 1994 yılına kadar, çeşitli bahanelerle, elli dört kere Trabzon’a geldiğine dair bilgi bulunmaktadır… Bu tür gafillerin bir hesabı olabilir, mümkündür, ancak, Allah’ın da bir hesabı olduğunu “asla” unutmamaları gerekir… Kutsal vatan topraklarımızın her karışının, mutlaka tarihi bedelleri vardır. Trabzon ilimizin de tabii… Her ilimizin, bir tarihi ve bir de tapusu olduğunu biliyoruz… Trabzon’un tapusunu alabilmek için, yüzlerce yıldır yapılmak istenen ve halen zaman zaman kalkışılan bazı girişimlerin…, ne tür karşılıklar gördüğü hafızlarımızdadır... Eğer söz konusu Trabzon ise, Trabzon’un tapusunu alabilmeleri için, öncelikle, Trabzon’un bileğini bükmeleri gerekir…!!! Trabzon’un mert insanları ve aydınları, her türlü sinsi oyun ve tahriklere rağmen…, tarihin her devresinde olduğu gibi…, bu tarihi görevini yerine getirmek için uyanıktır ve sorumluluklarının idraki içindedir… Bu nedenle, asla kararsızlığa ve şüpheye düşülmesine gerek olmadığını biliyoruz… Trabzon, bazılarının sandığı gibi, asla sahipsiz değildir, olmamıştır da… Bu Trabzon’umuz için olduğu gibi, Bursa’mız, Edirne’miz ve Kars’ımız için, İzmir’imiz, Hatay’ımız ve Diyarbakır’ımız için, kısaca bütün “seksen bir ilimiz” için de geçerlidir… Son derece kıymetli görüşlerinizden dolayı sizi bir kere daha kutluyor, bu vesile ile kâlbi şükranlarımı sunuyorum…
Süleyman İskender

20 isan 2008 09:34 Mehmet S. Yazıcı
Günebakış'taki bu yazı için öncelikle yazarın eline sağlık diyorum. Tarihe, akıl almaz abartılar ve hamaset duygularıyla bakmak son derece yanlış... Ancak, kendini, milletini ve ecdadını aşağılamak pahasına gerçekleri ters yüz etmek ise daha vahim yanlış ve sorumsuzca olduğu kadar, aynı zamanda haince bir davranış.. Yazarın, Trabzon çevresinde, çeşitli mıntıkalarda gösterilen kahramanca direnişleri vurguladıktan sonra; özellikle saldırılarla apansızın ve korunmasız bir biçimde karşılaşan halkın gösterdiği tavrı üçe ayırması son derece isabetli. Bu tespit verdiği mesajın gerçekçi ve dengeli bir mahiyet kazanmasını da sağladı. Okurlar da, yorumlarıyla satır aralarında gayet bariz bir biçimde hissedilen hassasiyet ve heyecanı paylaşmış oldular. Böyle önemli bir konuda bizleri aydınlattıkları için yazara ve gazeteye tebrik ve teşekkürlerimi sunuyorum.

• 19 Nisan 2008 16:36 Hasan
Son yıllarda tarihimizi çarpıtmaya, ecdadımızı küçük düşürmeye yönelik faaliyetlerde büyük bir artış olduğu gözlenmektedir. Bizi benliğimizden uzaklaştırmayı, millî kimliğimizi yok etmeyi amaçlayan bu faaliyetlere bilerek bilmeyerek içimizden birçok kişinin de alet olduğu bir gerçektir. İsmail Hacıfettahoğlu’nun son derece isabetli bir şekilde dile getirdiği bu acı gerçeği insanımızın doğru okumak ve ondan dersler çıkarmak mecburiyeti vardır. Yazı Hasan Kurt’a değil, Hasan Kurtlara yazılmış gibidir. Tabir yerindeyse bu yazı, Karakoç’un ifadesiyle “Mektup yazdım Hasan’a, Ha hasana ha sana” tarzında bir yazı oldu. Bu vatanın sahipsiz olmadığını yapıcı bir şekilde, edeb dairesinde kalarak, ikaz görevini yaparak gösterdi. Hasan Kurt ve Hasan Kurtlar, İsmail Hacıfettahoğlu’na teşekkür edecekleri, yaptıkları yanlış yazı ve değerlendirmelerinden dolayı okuyucularından özür dileyecekleri yerde, Hasan Kurt’un cevabında olduğu gibi saldırgan ve alıngan bir üslupla konuyu ajite etmeleri son derece yanlıştır. Sayın Hacıfettahoğlu’nun da belirttiği gibi, kişi her şeyi bilemez. Bilmemek ayıp değildir. İnsan yanlış kanaatlerde de bulunabilir. Hasan Kurt’un hatasından dönmesini umuyordum. Ancak yazısını okuyunca, hislerine mağlup olduğunu, özür dileme yerine, hiçbir şekilde tasvip edilemeyecek ecdatla alay eden yazısının arkasında olduğunu görerek üzüldüm. Kendisine buradan şunu söylemek isterim, -gerçi söylenmesini gerekeni sağolsun hepimiz adına Hacıfettahoğlu üslubuyla söyledi
Trabzonumun değerli gazetecisi Hasan Kurt, lütfen bazı konularda cahil olduğunun söylenmesine alınma. Unutma ki cahillik, hatta zırcahillik hainlikten bin defa daha şereflidir. Sayın Hacıfettahoğlu’nun seni hainlikle değil bilgisizlikle itham ettiğini görüyorum. Bunda bir hakaret araman yanlıştır. Ziyad Nemli hakkında yazdıkların ise bir başka ayıbındır. Vefa duygusunun maalesef toplumumuzda zayıfladığı biliniyordu. Ancak bu dereceye düşeceğini tahmin edemiyordum. Lütfen özür dileme erdemin göster. Tarihimiz, ecdadımız, halkımız adına senden bunu bekliyoruz.

• 16 Nisan 2008 23:25 İlyas Avcı
Hasan Kurt hakaraet ve iftira edeceği yer bulamayınca ecdad ve tarihe de el atmak istemiş herhalde... toplum, haliyle geçmişini böylesine küçümseyen, hakaret eden bu şahsın kendi atalarının kimler olduğunu merak ediyor. galiba ancak geçmişinden kaçan bir kimse atalarının ülkelerini savunmadan kaçtığını idiia edebilir. bu tip insanlar artık hak etmedikleri yerlerde barındırılmamalı, şehitlerimizin kanlarıyla kazanılan bu topraklar üstünde yaşayıp; onlara hakaret ve iftira edebilecek cesareti artık bulamamalıdırlar.Trabzon halkı her zaman tarihine, kültürüne milli ve manevi duygularına sahip çıkmıştır. Hasan Kurt mayınlı sahada mayın üstüne basmıştır. umarım dersini alır ve aynada kendisine bu kadar sık bakmayı terk eder.

• 16 Nisan 2008 13:09 Yrd Doç Dr. İsmail Akbal
İsmail Hacıfettahoğlu kalemine sağlık. Aslında biz de Hasan Kurt'a karşılık birşeyler yazacaktık ama sen bizlere birşey bırakmamışsın. Aslında Sayın Kurt'un bu yazıyı ne amaçla yazmaya çalıştığını hala anlamış değilim. Kendi yaşadığı memleketi, milleti aşağılamakla ne yapmaya çalıştığını hala çözmüş değilim. Aslında Fransız yazar Rosenaue'nun Post-modernizm akımını savunanlarla ilgili bir sözü var "Bu post-modernistler gerek bilimsel, gerek entellektüel anlamda gerçek bir değr üretememiş, açıkcası başarılı olamamış kişilerdir. onlar kendilerini duyurabilmek var olan gerçekleri, teorileri, inanç sistemlerini inkar etmek girişiminde bulunurlar". galiba hasan Kurt da post-modernizmden etkilenmiş. baktı ki yetenekleri sınırlı tarihi gerçekleri hele bir çarpıtalım, reklamın iyisi kötüsü olmaz, diye düşündü galiba. Yapmayın Hasan Bey, sizin hangi alanla ilgili olduğunuzu bilmiyorum ama Karadeniz tarihiyle ilgili çalıştığınızı zannetmiyorum. olsaydı biz duyardık sizi. Nasıl oldu da yeri gelip bir imparatorluğa kafa tutan bir yöreyi korkaklıkla, basiretsizlikle suçladınız? nasıul kendini savunmadı dersiniz. niçin o günün gözlükleriyle bakmıyorsunuz (retrospektif bakış acısı)? aslında sizin bakış açınıza göre bakar isek (prospektif yani bugünü gözlüğüyle) Trabzon halkı korkaktır, Mustafa Kemal Paşa da bir diktatördür. Ancak o günün gözlükleriyle bakar isek (yani gerçeği görürsek) ne MUstafa Kemal Paşa bir diktatörrdür hatta o devrin en demokrat lideridir; ne de Trabzon halkı kaçmıştır, hatta en dirençli illerden biridir. o günlerdeki nüfus istatistiklerine hiç baktınız mı? Birinci Dünya Savaşı'n da Trabzon'da kurulan askeri birliklerden hiç mi haberiniz yok. olası bir rus saldırısına karşı Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Trabzon'da kurulan örgütlerden de mi haberiniz yok. Ayrıca Trabzon halkı kaçtı da ermeni çeteleriyle kim çatıştı. gerilla savaşlarını kim yaptı. Birinci Dünya Savaşı başladığında, Nail Bey ve Yusuf Rıza Bey tarafından Trabzon, Artvin, Giresun, Rize ve Hopa’da toplanan Jandarma taburları ve gönüllülerden oluşturulan birlikler Trabzon’da bir araya getirildi. Trabzon’da toplanan TM alayları Yusuf Rıza Bey’in komutasında, Erzurum’dakiler de Bahattin Şakir’in komutasında Sarıkamış muharebelerine katıldılar . Kafkas İhtilal Cephesi'nde de çatıanların büyük çoğunluğu Trabzonluydu. Trabzon'da toplanan birlikler Kafkas Cephesine gitmek üzere İstanbul’dan Trabzon'a gelmiş ve burada Yüzbaşı Halit Bey (Deli Halit Paşa, Kar¬sıalan) ve Yüzbaşı Rauf’un birlikleriyle birleşerek Sarıkamış muharebelerine katılmıştır. Trabzon'da Ruslarla savaşacak kaç kişinin kaldığının hesabını da Şehir Salnamelerindeki istatistiki nufus bilgilerine bakarak siz hesaplayın. Sırf sarıkamış murebelerine savaşmak için hapishanerin bile boşaltılıdığından haberiniz var mı bilmiyorum. Ayrıca Rus işgali ile ilgili sizi biraz bilgilendirelim: Ruslar, Sarıkamış bozgunundan sonra, Trabzon vilayetinin sınırlarına ulaşarak sırasıyla 24 Şubat 1916’da Rize’yi, 15 Mart 1916’da Of’u, 18 Nisan 1916’da da Trabzon’u işgal ettiler ve şehrin yönetimini Vali Cemal (Azmi) Bey’den devraldılar. peki hiç direniş olmadı da niçin bu işgal 2 ayı buldu! mesaf3e o kdar mı uzak. Ruslar, Trabzon’da kaldıkları süre içinde, Rum ve Ermenilerin en büyük destekçisi olmuşlar ve bunlar tarafından yerli Müslüman halka karşı yapılan büyük işkencelere ve katliamlara göz yummuşlardır. Rus işgali ve yapılan katliamlar nedeniyle halk Giresun, Ordu, Sam-sun ve diğer iç bölgelere göç etmiştir. Yaklaşık 80.000’den fazla kişi mülteci durumuna düşmüştü . Söz konusu nüfus hareketi sonucu şehrin fiziki yapısı, tarihi mekanları, sanat eserleri ve kütüphaneleri büyük hasar görmüştür. Ruslar askeri amaçla büyük binalara yerleşirken, askeri amaca hizmet etmeyen kimi binaları da yıkmışlardır . 1917’de Bolşevik İhtilali çıkınca, Rus ordusunda büyük bir panik başlamış ve geri çekilmek zorunda kalmıştı. Bunun üzerine Ruslarla, 18 Aralık 1917’de Erzincan Antlaşması yapıldı. Ancak bu anlaşmaya Ermeniler uymayıp, katliamlara devam edince, Enver Paşa Kaf-kas Cephesi Komutanı Vehip Paşa’ya Kafkasya üzerine genel hareket emri verdi . 11 Şubat 1918’de genel hareket emrini alan ordu, bir yandan Kafkasya üzerinden ilerlerken diğer yan-dan da Albay Kâzım Bey (Özalp) komutasındaki 37. Tümen Trabzon’a doğru yola çıkarttı ve 24 şubat 1918’de Trabzon ele geçirildi. Böylece, 14 Nisan 1916’da Ruslar tarafından işgal edilen kent 24 Şubat 1918’de geri alındı ve iki yıllık esaret dönemi de böylece sona ermiş oldu . Trabzon halkı, işgalden sonra başta açlık ve salgın hastalık olmak üzere büyük sıkıntılar-la karşılaştı. Özellikle iç bölgelere göçen muhacirlerin geri dönmesiyle birlikte bu sıkıntılar daha da artmıştır. İstanbul Hükümeti, ülkenin genel şartlarının kötülüğü nedeniyle, yeterli yardımları yapamamış ve şehir halkı bu sıkıntılara kendi imkanlarıyla karşı koymaya çalış-mıştır. İşgalden sonraki bu yaşam mücadelesinde Trabzon, yaklaşık olarak nüfusunun üçte birini kaybetmiştir. nüfusunun 1/3'ü kaybeden bir vilayet için nasıl korkak diyebilirsiniz. Benim mülkiye'daki asistanlık yıllarımda radikal siyasi görüşe sahip arkadaşların ağzından da sizin anlattığınız gibi rakı sofrası esprileri Erzurum için anlatılırdı. Erzurum'un kurtuluş günü kutlamalrında sözde bir o günleri yaşayan dede çıkmış da yapılan tecavüzleri allandıra ballandıra anlatmışmış, direnmek hak getire vs vs. Yapmayın Allah Aşkına. Herkes kendi işini yapsın. Ülkemiz yeterince hassas bir dönemden geçiyor sizlerde bazılarının emellerine hizmet etmeyin. Ben çok vilayet gördüm ve üzerinde çalıştım ama halkının korkak olmadığına eminim diyeceğim ilk vilayet Trabzon'dur. Ki bu yöre halkı yeri gelmiş Osmanlı İmparatorluğu zamanında haksız uygulama yapan devlet temsilcilerine bile kafa tutmuş, yeri gelmiş Milli Mücadele yıllarında haksız uygulamar yapan valilere bile yol göstermiştir. Lütfen yargılarımız da ölçülü ve mantıklı olalım.

• 13 Nisan 2008 07:27 Ertuğrul SOYTÜRK
Adamın soyadı Kurt. Soy kütüğü Kürtoğlu. Dedeleri 250 yıl önce Trabzon” a yerleşmiş. Nereden ve niye göç etikleri konusunda bilgi yok. Ama 250 yıldan beri Trabzon”u vatan tutmuş bir aile. Yakın akrabalarından biri uzun yıllar milletvekilliği ve bir ara Bakanlık yaptı.Hasan KURT da bir gazetede köşe yazarı. Hatta Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı yapıyor.Buraya kadar her şey normal.Demek ki Trabzonlu,bu aileyi kendinden saymış ki siyasetin ve medyanın tepesine bu aileden insanlar gelebilmiş.Bu aileden bir gazeteci hiç üzerine elzem olmayan ve bilgi sahibi olmadığı bir konuda kalem oynatmış ama ne oynatmış.Trabzonlular rus işgalinde tapana kuvvet kaçıp şehirlerini kuzu kuzu rusa teslim etmişler. Kaçan kimler, eli silahlı erkekler mı? Askerler mı? Hayır ,yaşlı,çocuk ve kadınlar.Nasıl kaçmışlar? Hicret etmişler.Ne yapmaları gerekiyordu?.Rusların gelip evlerine,barklarına oturup kadınlara sahip olmasını mı bekleselerdi?.Irzlarını Ruslara teslim mi etselerdi?.Hiç birini yapmadılar.Müslüman Türkün tarih boyu yaptığını yaptılar.Düşmanın uzanamayacağı güvenli bölgelere uzandılar.Yollarda perişan oldular.Açlıktan ,salgın hastalıktan ölenlerin sayısı belli değil.93 harbi denilen harpte aynı şeyi yaşamadık mı?Rusların ,Bulgarların zülmünden kaçanlar nasıl İstanbula geldi.Evladı fatihan dediğimiz ,kanımızla suladığımız,iman ve inancımızla güzeleştirdiğimiz,Müslüman Türkün mührünü vurduğumuz toprakları niye terk ettik.Hem de bir daha dönmemek üzere.Çünkü ırz ve namusumuzu ancak hicret ederek koruyayabilirdik.Daha dün cereyan eden bu felaketi yeni nesillere anlatmadık,anlatamadık. Ecdada sövüp, geçmişi reddi miras ettik. Başımıza gelenler az bile.

• 08 Nisan 2008 10:05 kemal yılmaz
İsmail beyin yazdıklarından sonra eline sağlık demekten başka söze gerek yok diye düşünüyorum.

• 05 Nisan 2008 18:36 Ertuğrul KOMUT
İsmail Hocamın kalemine sağlık. Allah razı olsun. Trabzon üzerinde son 10-15 yıldır dönen entrikalara, kendi toprağımızın insanının da bu ifadelerde destek veriyor olması bizi kahreder. Hasan KURT'un bu yazdıklarına, Trabzonu hiç görmemiş, Türkiyenin en ücra köşesinde yaşayan insanlarımız bile bir anlam yükleyemez. Anadolunun herhangi bir köşesinde, Hasan Kurt'un yazısı duyulsa "Yazık, TRABZONLULAR BİLE VATANINI SATAR OLMUŞ" cümlesi konuşulur olur. Trabzon üzerine oyun oynayanlar ise, "HAH TRABZON DA SÖKÜLMEYE BAŞLADI" der mutlu olur. Hasan KURT'a cevap olarak ise ben sadece şunu söyleyebilirim. Soyadımın KOMUT olduğunu görürüyorsunuz. KOMUT soyadını almamızın sebebi , Bahsi geçen Kurtuluş yıllarında, dedelerimin Ruslara karşı komitacılık yapmasıdır. Bu dedelerimin ruslara karşı komitacılık yaptığını sadece bizim sülalemiz söylemiş değildir, köydümüzdeki bizimle akrabalığı olmayan -şu an hayatta olmayan- büyüklerimizden de ben bizzat dinledim. Biz Trabzonlu gençler hakikaten Trabzon tarihini bilmiyoruz. Anadolunun diğer köşelerinde yaşanılanı okulda öğrendik, ama trabzon tarihini hiç bir yerde okumadık. İsmail Hacıfettahoğlu ve diğer hocalarımdan ricam şudur ki, her yaşta insanın okuyabileceği kitaplar yazılmalıdır. İlkokul çocukları için, O yılları konu edinen kısa masalsı öyküler, Ortaokul ve Lise gençleri için, hikayeler, Romanlar, Daha büyükleri için ise, derlenmiş tarih kitapları yazılmalıdır. Özelikle Son yıllarda dönen entrikalar sebebiyle bu tür kitaplar ile yeni nesli bilinçlendirmek, HOCALARIMIZA bir vatan borcudur artık diye düşünüyorum. Hürmetle hocalarımın ellerinden öperim.•

02 Nisan 2008 13:31 mehmet ali balcı
Sn. İsmail hacıfettahoğlu, değerlendirmenize katılmamak mümkün değil. Atatürk derki; "Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça kendisinde büyük işler yapmak için kuvvet bulacaktır". Atatürk'ün tarih görüşü bu anlayışa dayanır. Bu söz, dikkat edilmesi gereken ve tarih incelemelerinde her zaman gözönünde bulundurulması gerek bir anlayıştır. Toplumların kalkınmasında, kendisini devamlı hatırlamasında, ne olduğunun farkında olmasında tarihin rolü çok kritiktir. Tarih hakkında bu yüzden bilenler konuşmalı, ders verecek tarihi hakikatler bilenlerce dile getirilmeli, tarih ideolojik önyargılara veya bilmediğini bilememe cahilliğine kurban edilmemelidir. Cahil, bilmediğinin düşmanıdır. Bu yaklaşıma sahip olanlardan sakınmak gerekir. En başta genç nesli sakındırmak gerekir. Tarihini anlatırken, "oyle bi gaçaydukki dabanlarımız ..ötümüze vuriydi" demek veya bu yanlış sözü tekrar etmek, ayıplanacağı kadar, bu memleket insanına hakarettir. Ciddi meseleri mizah dönüştürmek ciddiyetsizliktir. Üç beş insanı güldüreceğim derken gülünç duruma düşme riskini ortaya çıkarmak demektir. Bunun için ismail bey'i kutluyor, karşı taraftaki arkadaşı da uyarıyoruz. Lütfen bu yanlışlıklara düşmeyiniz. İsmail Bey'in size yaptığı genel değerlendirmeleri, şahsileştirmeyiniz. Böyle yaparsanız, ciddi bir meseleyi başka yanlışlıklara sürüklersiniz. İsmail bey'in ifadelerine aynı üslupla ve özellikle bilgi içerikli bir üslupla cevap yazsaydınız emin olun toplum olarak sizden de birşeyler öğrenebilirdik. Hepinize selam ve hürmetlerimle katılıyorum.

• 01 Nisan 2008 12:23• Aydın Özgören/Fransa
Sevgili İsmail amca, yazını zevkle okudum. Gerçekten de insanlarımız entelektüel görüneyim derken ecdadımız için hiç de hoş olmayan ifadeler kullanıyorlar. Ben sizin yazınızı okurken rahmetli Erol Güngör'ün şu cümlesi aklıma geldi. "Bu vatan için 'uyuz kedilerini' bile feda edemeyenler FATİH’İN vatan toprakları için kardeşini feda etmesini anlayamazlar...." evet Tarihçilik başkalarının sandığı gibi geyik yapılan bir alan değildir. Tarihçilik biraz da empati yapmaktır. Buna da kronik tarihçilik diyorlar. Yani olayların yaşandığı zamanda kendini yaşıyor hissetmektir ve değerlendirmelerini bu yönde yapmaktır. Hasan Kurt mudur 'Çakal' mıdır bilmem ama kendisi o dönemde yaşaydı acaba çaresizlik içerisinde Rusların gelişini mi beklerdi bir sormak lazımdır. Eğer cephe düştüyse başka emniyetli alanlara gitmek kaçmaksa evet dedelerimiz kaçmıştır. Bunun bir çok örneği de tarihte vardır. Fransızlar bile Paris'i savaşmadan Almanlara teslim etmişlerdir. Buna ne isim vereceğiz o zaman ihanet mi. Hasan Kurt un yapmak istediği güya objektif bir bakış acısı ve milliyetçi-kahramanlık söyleşilerinden arınarak yorum yapmak. Ama bunu becerememiştir. Çünkü tarihle ilgili yorum yapmak birikim ve iyi bir psikolojik tahlil becerisi gerektirir. Sevgili İsmail amca sizin yazınız o sahsa iyi bir cevap olmuştur. Elinize sağlık.. Saygı ve muhabbetle....

• 31 Mart 2008 20:01 Emin Galip
"24 Şubat 1918… Rus işgal güçlerinin tası tarağı toplayarak, savaşmadan, kayıp vermeden Trabzon’dan çekildiği gün. Rus işgal güçleri, 1916 yılında da Trabzon’u alırken aynı şekilde hiçbir mukavemetle karşılaşmamışlardı. Rus’lar ellerini kollarını sallaya sallaya Harşit çayına kadar geldiler. Müslümanlar, topraklarını terk ettiler ve muhacirliğe çıktılar." Yukarıdaki yazı tümüyle Hasan Kurt'a ait.. Bunları yazmaktan çekinmiyor ve hatta bu yazdıklarının arkasında olduğunu utanmadan tekrarlıyor ama bu olayın böyle olmadığını tarihi vesikalarla çürüten bir araştırmacının kendisine hakaret ve küfür ettiğini söyleyerek kendisinin Türk, Müslüman, milliyetçi ,ulusalcı ve demokrat olduğunu ne alaka ise haykırıyor. Şimdi ey Trabzonlular elinizi vicdanınıza koyun ve düşünün. Bu Hasan KURTa birisi hayır bizim ecdadımız rusun işgaline karşı direndi,direnişe gücü yetmeyen, yaşlı, kadın ve çocuklar rusun boyunduruğuna girmemek için evini, barkını,ocağını terk ederek yollara düştü.Eli silah tutanlar çeteler halinde yüksek kesimlerde vatanlarını savundular,savunmasız olanlar ırz ve namusunu korumak için muhaceret ettiler ancak senin ecdadın ne yaptı bilmiyorum diyorsa bunun neresinde sövme,hakaret ve aşağılama var. Hasan Kurt suçustü yakalandın, Trabzonluyu istihza ettin, Şehitlerimizin kemiklerini sızlattın.Ne olduğunu ve kim olduğunu Trabzonlu bu vesile ile öğrenmiş oldu.

• 31 Mart 2008 11:51 Ahmet Yılmaz
Ben yazarın görüşlerine aynen katılıyorum. Hasan Kurt verdiği cevapta hakarete uğradığını söylese de ben yazının hakaret ve küfür içerdiğine inanmıyorum. Esas hakaret içiren yazı Hasan Kurt'un yazısıdır. Hem de tarihimize ve ecdadımıza hakaret ve iftira içermekte... Burada tarihçilerimizi göreve çağırıyorum. Ne olur zaman ayırın ve en azından yakın tarihimizi bu karanlıklardan kurtarmaya, tarih şuurumuzun oluşmasına ve güçlenmesine yönelik çalışmalar yapın. Gerçekleri yansıtmayan, dedikodulara dayanan bilgileri artık tarih diye okumaktan bıktık.

• 27 Mart 2008 19:08 Kamil Bilir
hasan kurt kürt bir aileden geliyo demekki. ayrıca rum yorgoya komşuymuş herhalde. aynı görüşleri paylaştığına göre.Trabzonda gazetecilik kimlerin elinde olduğunun açık bir gösteregsi hasan kurt.bu gibi rahatsız tipleri Trabzonda barındırmamak gerekir.Türk ve müslüman düşmanlığı oradan geliyor anlaşılan.buradaki insanların verdiği kurtuluş mücadelesi ile dalga geçen zihniyetin bu topraklarda işi yok.

(YAZI KARADENİZDEN GÜNEBAKIŞ GAZETESİ'NİN 27 MART 2008 TARİHLİ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.)