
“Yer yüzünde tarihi, her cins vak’a itibariyle bizimki kadar zengin olan bir millet daha var mıdır bilemiyorum. Fakat, riyazî bir kat’iyet ile biliyorum ki milel-i mevcude içinde mâzisini bizim kadar unutmuş hiçbir millet yoktur.”
Ali Şükrü Bey

Büyükliman diye adlandırılan Vakfıkebir ve çevresi 15 Şubat 1918 tarihinde, bundan tam 90 yıl önce Rus işgalinden kurtuldu. Yıldönümleri, kişilerin ve toplumların hafızalarını tazelemeleri için önemli vesilelerdir. Bu günlerde eski hâtıralar tazelenir. Geçmişte yaşanan olaylardan güne ve istikbale yönelik dersler çıkartılır. Bu hâtıralar insanları yaşadıkları coğrafyaya ve dolaysıyla tarihlerine bağlarlar. Hâtıralar yad edildikçe insanların tarih şuuru gelişir, geçmişten alınan derslerle gün daha iyi anlaşılır ve gelecek daha isabetle planlanır. Bu hatıraların bir başka özelliği ise coğrafyaların vatanlaşmasındaki rolleridir. İnsan topluluklarının üzerinde yaşadıkları topraklardaki hatıraları, o coğrafyanın vatanlaşmasında çok büyük önem taşırlar.
Remzi Oğuz Arık, Coğrafyadan Vatana adlı eserinde bu ilişkiye vurgu yaparak;
“-Pekiyi insanlara fayda temin etmediği zaman bile, yoluna ölebilmeleri için bu toprakta ne gibi unsurlar yaratılmıştır? Yâni, menfaatlerin üstünde insanlara kendi yolunda can verdiren bu unsur nelerdir?” diye sorar ve “Benim anladığıma göre: Hâtıralardır…” diyerek devam eder:
“İnsana yaşamanın değerini, tadını, mânâsını, gayesini çizen hâtıralardır. Bu hâtıralar olmadıkça insanın toprağı “VATAN” edinmesi imkânsızdır.”
“İnsana yaşamanın değerini, tadını, mânâsını, gayesini çizen hâtıralardır. Bu hâtıralar olmadıkça insanın toprağı “VATAN” edinmesi imkânsızdır.”
Arık’ın da belirttiği gibi, bu hâtıraların doğması, insanın o toprakta yaşaması iledir. Ama bu hâtıraların sönmemesi, kaybolmaması, insan nesillerine taze bir güç olarak geçebilmesi de ancak Tarih ile mümkündür. İşte bugün tazelemeye çalıştığımız hâtıralarımızdan oluşan bu yumak bizim tarihimizdir.
Onun için; bu yıl dönümlerini de vesile ederek, hafızalarımızı tazelememiz, millî kültürümüzü, yani millî irfanımızı kuvvetlendirmek için tarihimizi iyisi ile kötüsü ile, zaferleriyle hezimetleriyle öğrenmek ve öğretmek durumundayız.
Tarihimiz ve BizTarihimizi Ne Kadar Biliyoruz?
Batıda şehir tarihçiliği çok eskilere gider. Şehirler, kasabalar, köyler, aileler üzerine çok sayıda tarih kitabı, monografi yazıldı, yazılmaya da devam ediyor. Bizde ise basılı ilk şehir tarihinin 1877 yılında Şakir Şevket Bey tarafından yazıldığı bilinmektedir. “Trabzon Tarihi” adıyla ve iki cilt halinde neşredilen bu eserden sonra çeşitli illerimiz üzerine tarih kitapları da yazılmıştır. Bölgemizdeki ilçelerimize yönelik ilk örnekler arasında Hasan Umur’un “Of Tarihi” ve “Of Tarihine Ek” adlı kitapları ile Muzaffer Lermioğlu’nun “Akçaabat Tarihi ve Hicret Hatıraları” adlı kitabı sayılabilir. 1980 sonrası bunlara iki güzel örnek daha katılmıştır. Bunlardan birisi Trabzon ve Doğu Karadeniz üzerine araştırmalarıyla isim yapmış Mehmet Bilgin’in eseri “Sürmene Tarihi”dir. İkincisi ise, Giresun ve bölgemiz üzerine önemli çalışmalara imza atmış olan Ayhan Yüksel’in önayak olmasıyla meşhur tarihçimiz merhum Prof. Dr. Faruk Sümer’in yazmış olduğu “Tirebolu Tarihi” adlı eserdir.
Bölge üzerinde Pontos, Ermeni ve Gürcü emelleri arttıkça, bu emel sahiplerinin bölgeye yönelik tarihi gerçekleri çarpıtan propaganda kitapları çoğaldıkça, bölge insanımızın gerçek tarihini öğrenme ihtiyacı da o nisbette artmıştı. Trabzonlu gerçek tarihini bilmemekten sıkılır olmuştu. Bu bilgisizlikten sıkılan ve şikâyetçi olan Trabzonlulardan biri de rahmetli Vefa Baki Cinemre idi. Cinemre, 1 Haziran 1932 tarihli Akın mecmuasındaki yazısında bu durumundan şöyle şikâyet eder:
“Evet sıkılıyorum, çünkü baba yurdumu tanımıyorum, onunla hiç alâkası olmayan uzak yabancıların onu bildiği kadar ben bilmiyorum, halbuki üstünde doğdum, büyüdüm ve yaşıyorum.”
Cinemre’nin ifadeleri acı fakat gerçektir. Hakikaten bizler, bu coğrafyayla alâkası olmayan yabancılar kadar, vatanımız olan bu coğrafyanın tarihini bilmiyorduk. Rahmetli Ali Şükrü Bey’in tesbiti gibi bu tesbit de doğruydu. Günümüzde de güzel örnekler olmasına rağmen, boşluğun doldurulduğunu, eksikliğin giderildiğini söylemek maalesef mümkün değil.
Keraasus Neresi ?
Burada Vefa Baki Cinemre’nin belirttiği “onunla hiç alâkası olmayan uzak yabancıların” yazdıklarına kısaca değinmekte, tarihimizin önemini vurgulamak açısından fayda görüyorum.
Bilindiği kadarıyla bölgemizden ilk bahseden yazılı kaynak Ksenophon’un Anabasis / Onbinlerin Dönüşü adlı kitabıdır. Perslerle savaştan dönen Yunanlı paralı askerlerin komutanlarından Ksenophon Milattan önce 400 yıllarında yazılmış olduğu kitabında, onbinlerin Trabzon’dan ayrılışlarından sonrasını anlatırken “Üç günlük yürüyüşten sonra Kolkh’lar ülkeside, deniz kıyısında Sinope’nin kolonisi olan Yunan şehri Kerasus’a varıldı” der.
Bilindiği kadarıyla bölgemizden ilk bahseden yazılı kaynak Ksenophon’un Anabasis / Onbinlerin Dönüşü adlı kitabıdır. Perslerle savaştan dönen Yunanlı paralı askerlerin komutanlarından Ksenophon Milattan önce 400 yıllarında yazılmış olduğu kitabında, onbinlerin Trabzon’dan ayrılışlarından sonrasını anlatırken “Üç günlük yürüyüşten sonra Kolkh’lar ülkeside, deniz kıyısında Sinope’nin kolonisi olan Yunan şehri Kerasus’a varıldı” der.
Ksenophon’un sözünü ettiği, Trabzon’dan üç günlük yürüyüşle varılan, askerin denetlendiği ve sayıldığı, ganimetlerin pazarında satıldığı Kerasus’un bugünkü Giresun olmadığı ittifakla kabul edilir. Çünkü, bugünkü Giresun şehri Milattan önce 185-169 yıllarında, Onbinler hadisesinden yaklaşık 220 yıl sonra, Pontus Kralı I. Farnakes tarafından kurulmuştu ve şehir önceleri kurucusunun adıyla Farnakia olarak anılıyordu. Ksenophon’un sözünü ettiği Kerasus, eski adı Keraşon olan Vakfıkebir’in Kirazlık köyüdür. Burası o dönemde, yani bundan 2400 yıl önce, onbin kişilik bir orduyu günlerce ağırlayacak, ihtiyaçlarını karşılayacak güce sahip önemli bir şehirdi.
Kerasus/Keraşon’da Demircilik
Tarihî kaynaklarda Kerasus olarak da kaydedilen Keraşon bir çok yönde gelişme gösteren bir ticaret ve medeniyet şehri idi. Gelişme gösterdiği sahalardan birisi demircilikti. Bu sahillerdeki demir cevheri ihtiva eden siyah kumlardan demir elde edildiği batılı tarihçiler tarafından tesbit edilmiştir. İngiliz tarihçi Breyer tarafından yayınlanan bir kitapta yer alan “Pontus Çevresindeki Bizans Madenleri: Chalbia’da Demir, Chaldia’da Gümüş, Koloneıa’da Şap Ve Cherıana’da Mum” başlıklı makalede Keraşon’da gerçekleştirilen madencilik faaliyetleri inceleniyor. Makalede Keraşon’un bugünkü Giresun’la karıştırılmasının yanlışlığına şu cümlelerle temas edilmektedir:
“Tylecot’un Karadeniz’e ait ilk demir kumu örnekleri, Trabzon’un 42 kilometre batısında, şimdiki adıyla Kirazlık olarak anılan nehrin ağız kısmından ve yakınındaki köyden geliyordu. Roberts’in son derece esef verici olarak nitelendirdiği ve dramatik bir şekilde dile getirdiği gibi, söz konusu nehir ve çevresindeki yerler, son dönemlerde bu bölgelerdeki eski adların bütünüyle değiştirilmesi operasyonundan nasiplerin almışlardır. Kirazlık, gerek burada daha eski yerleşenler tarafından ve gerek buraya ilişkin haritalarda “Keraşon” olarak anılmaktadır. Hamilton’un muhtemelen bu sahilde en eski dönemlerdeki halklardan birini yansıtan ve Trabzon’un üç günlük batısında yer alan “Kerasoun”u; Kerasous’un bir anısı, Ksenophon’un onbin kişilik kuvvetini gözden geçirdiği ve onların gerçekte 8600 kişi olduklarını anladığı yerdir. Coğrafyacıların Xenophon’un mesafeye ilişkin tesbitini gözden kaçırmaları/yok saymaları ve bunu “eski” ya da ikinci olarak, daha iyi bilinen 115 kilometre daha batıdaki Giresun Kerasos’u olarak tanımlamaları muhtemeldir. Fakat görünen odur ki, Xenophon tarafından “Kerasous” olarak anılan, ancak Ortaçağa ait her hangi bir kaynakta zikredilmeyen bu yer, Vakfıkebir yakınında yer alan ve Kirazlık adını alıncaya kadar Kereşon olarak bilinen yerdir.”
“Tylecot’un Karadeniz’e ait ilk demir kumu örnekleri, Trabzon’un 42 kilometre batısında, şimdiki adıyla Kirazlık olarak anılan nehrin ağız kısmından ve yakınındaki köyden geliyordu. Roberts’in son derece esef verici olarak nitelendirdiği ve dramatik bir şekilde dile getirdiği gibi, söz konusu nehir ve çevresindeki yerler, son dönemlerde bu bölgelerdeki eski adların bütünüyle değiştirilmesi operasyonundan nasiplerin almışlardır. Kirazlık, gerek burada daha eski yerleşenler tarafından ve gerek buraya ilişkin haritalarda “Keraşon” olarak anılmaktadır. Hamilton’un muhtemelen bu sahilde en eski dönemlerdeki halklardan birini yansıtan ve Trabzon’un üç günlük batısında yer alan “Kerasoun”u; Kerasous’un bir anısı, Ksenophon’un onbin kişilik kuvvetini gözden geçirdiği ve onların gerçekte 8600 kişi olduklarını anladığı yerdir. Coğrafyacıların Xenophon’un mesafeye ilişkin tesbitini gözden kaçırmaları/yok saymaları ve bunu “eski” ya da ikinci olarak, daha iyi bilinen 115 kilometre daha batıdaki Giresun Kerasos’u olarak tanımlamaları muhtemeldir. Fakat görünen odur ki, Xenophon tarafından “Kerasous” olarak anılan, ancak Ortaçağa ait her hangi bir kaynakta zikredilmeyen bu yer, Vakfıkebir yakınında yer alan ve Kirazlık adını alıncaya kadar Kereşon olarak bilinen yerdir.”
Keraşon’un o günkü ihtişamından arda kalan belki de tek eser Kılita Kalesi idi. Onu da maalesef restorasyon adı altında ucube bir hale getirdik. Demircilik sanatının izlerini ise; Beşikdüzü’nün Akise ve Hünerli/Kefli, Vakfıkebir’in İsaklı, Rıdvanlı, Düzlük ve Demirci gibi birçok köyde halen görmek mümkün.
Yöre Tarihine Doğru Bakmak
Trabzon ve yöremizin antik dönemiyle alâkalı tesbitlerde bulunan bir başka batılı tarihçi ise Alman edebiyatında önemli bir yeri olan Fallmerayer’dir. Fallmerayer 1827 yılında yazmış olduğu “Trabzon İmparatorluğu Tarihi” adlı eserinde bölgedeki yüksek medeniyete vurgu yaparak şöyle der:
“Trabzon’un ilk kuruluşunun tarihini kronolojik bir surette tayin etmek mümkün değildir. Bu zaman mevsuk (belgeli) surette malum olan tarihin hudutlarını aşıp, efsane devrinin sahasına isabet eder ki, o zamanlar pek az miktarda vahşiler tarafından meskun olan Avrupa’nın boş sathını bataklık ve ormanlar kaplıyordu. Ve Kafkas berzahının vadileri, o zamanki insan kültürünün batı noktasını teşkil ediyordu.”
Fallmerayer’e göre medeniyet, batıdan Trabzon ve Kafkasya’ya değil, Trabzon ve Kafkasya’dan batıya, yani Avrupa’ya gitmiştir. Trabzonlu kolonizatörlerin, Kırım, Çanakkale gibi yerlerde de şehirler kurduklarını söyler. Bu kadar önemli şehir olan Trabzon ve çevresinin tarih kitaplarına yetirince geçmemesini ise şöyle izah eder:
“Milâttan takriben 400 sene evvel, gözüyle gördüğü Trabzon adlı bir şehrin mevcudiyetinden bizi ilk defa haberdar eden Atinalı Ksenephon’dur. Şehrin en eski mukadderatının meçhuliyetine, mevkiinin durumu da çok amil olmuştur. Zira Trabzon eski dünya’nın pek az ziyaret edilen saklı bir cihetinde dalgalı denizlerle sarp dağların arasında kurulmuştur. Eski zamanın büyük fatihlerinin eline geçmediğinden dolayı tarihçilerin de kalemine düşmemiştir.”
Yunanlılar Tarihimizi Tahrif Etti
Eski Yunanlıların diğer kavim ve milletleri hiçe sayarak, hatta onları barbar olarak vasıflandırarak, işgal ettikleri yerlerde medeniyet nâmına ne varsa kendilerine mal etme gayretkeşliği Trabzon’un tarihi konusuna da yansımıştır. Anadolu ve Ön Asya’ya dair çok değerli eserlere imza atan Şarl Texier, Yunanlıların bu tarihi çarpıtma geleneğini şu cümlelerle dile getiriyor:
“Greklerce, bütün tarihî olayları kendi ırklarına dayandırmak için, kendilerine muhalif bütün kavimleri hiçe saymak hemen hemen daimi bir itiyattır. Bunun için Ksenefon’un Sinoplu Kolonizatörlerin Trabzon’da ticarethâne tesisinden önce bu şehrin mevcudiyetini bilmez gibi görünmesine hayret olunmamalıdır.” (Ş. Texier et Pullan, Architecture Byzantine, London 1864, s. 213)
Tarihimize Yönelik Ne Yapıyoruz?
Trabzon ve yöremiz tarihi ile ilgili Batılı tarihçilerin görüş ve tesbitlerini kısaca aktardıktan sonra kendimize dönüp bizim ne yaptığımıza bakmamızda fayda var. Biz tarihimize nasıl bakıyoruz?
İlimize yönelik tarih kitapları incelendiğinde çoğunlukla, ilmî değeri olmayan, sadece bu topraklar üzerindeki habis emellerine hizmet için bazı odaklar tarafından yazdırılan propaganda kitaplarının mehaz olarak alındığı görülecektir.
Buna bir misal olmak üzere Vakfıkebir tarihi hakkında verilen bilgilere bakmak yeterli olacaktır. Konuyla ilgili metinlerde Vakfıkebir’in vakfedilişi anlatılırken, Yavuz Sultan Selim’in annesi Gülbahar Hatun’la ilgili hikâye mehaz olarak gösterilir. Malûm hikâyeye göre, oğlunu ziyaret için Trabzon’a gitmekte olan Gülbahar Hatun’un bindiği yelkenli şiddetli bir fırtınaya yakalanır. Gülbahar Hatun, “nerede karaya çıkarsam orayı vakfedeceğim” der. Tabî bir liman olan Vakfıkebir’de karaya çıktığı için de burasını vakfeder. Ama nereye? Kaymakamlık brifing dosyalarına bakılırsa “..bir rivayete göre Maçka Kazasına vakfetmiştir”. Başka yayınlara baktığımızda daha da detaya inildiğini ve Vakfıkebir’in Maçka’nın Livera Köyüne vakfedildiğini okuruz.
Büyükliman’ın, diğer adlarıyla Fol’un veya Kemaliye’nin Gülbahar Hatun tarafından vakfedilmiş olduğu doğru, ancak Maçka’ya veya onun köyü Livera’ya vakfedildiği ise tamamen yanlıştır. Çünkü, Vakfıkebir’in Gülbahar Hatun’un tesis ettiği Trabzon’daki Hatuniye Külliyesine vakfedilmiş olduğu belgelerle sabittir. Maçka iddiaları ise yine Yunan kaynaklı propaganda kitaplarına dayanmaktadır. Onların uydurmalarına göre Gülbahar Hatun Maçka’nın Livera köyünden bir Rum kızıdır. Onun için de bu köye özel ilgi göstermekte ve kurduğu vakıflar marifetiyle akrabalarına yardım yapmaktadır. Muteber tarih kitaplarında Dulkadirli Beyi Alaüddevle’nin kızı olduğu kaydedilen Gülbahar Hatun için ileri sürülen ve hiçbir mesnedi bulunmayan böyle bir iddianın, her kademedeki insanımız tarafından, tahkik tetkik edilmeden kabul edilmesini anlamak kolay değildir.
Tarihimize yeterince sahip çıkmadığımız acı ama gerçektir. Tarihimize sahip çıkmama yönünde neler yapıldı? Bir kaçını şöyle sıralamak mümkün: Çevremizdeki tarihî değere haiz bina, kitabe, belge nevinden, geçmişi hatırlatacak ne varsa ortadan kaldırıldı. Sivil mimarî örneklerinden olan geçmişin hatıralarını günümüze taşıyan evlerimiz tek tek yıkıldı. Geriye kalan pek azı ise yıkılmayı bekliyor. Tarihimize ışık tutan ve bu topraklardaki tapu senetlerimiz hükmünde olan mezarlıklarımız, Trabzon’da olduğu gibi Vakfıkebir’de de yıkıldı. Üzerlerindeki taşlar dahi muhafaza edilmedi. Evlerimizdeki eşyaların kaderi de aynı olmuştur. Osmanlıdan kalan ve yakın tarihimiz için son derece yüksek değeri haiz olan eski Hükümet Konağı’nın alt katındaki zengin arşiv içler acısı bir şekilde yakıldı. Günümüzde, restore ediyoruz, tamir ediyoruz gerekçeleriyle, Kılita Kalesi, Vakfıkebir Eski Camii gibi eserlerin ise tamir yerine maalesef tahrip edildiklerini söylemek gerekiyor.
Yöremizin tarihini gerçek bilgilerle yeniden yazmak, kılıç artığı da olsa geride kalan tarihî değere haiz bina ve malzemeye sahip çıkmamız gerekiyor. İnsanımızla, kurum ve kuruluşlarımızla bu sorumluluğu yüklenmeye ve gereğini yapmaya mecburuz.
BİRİNCİ DÜNYA HARBİNDE BÜYÜKLİMAN
İsmail Hacıfettahoğlu
“Kâfir Urus yaktın yıktın evimi
Ah bu muhacirlik şimdi de büktü belimi”
İsmail Hacıfettahoğlu
“Kâfir Urus yaktın yıktın evimi
Ah bu muhacirlik şimdi de büktü belimi”
1914 yılının ilk yarısında kapkara bulutlar dünyanın üzerini kaplamıştı. Bir fırtınanın kopacağı her haliyle belli olmuştu. Büyük devletleri aralarında ittifaklar oluşturmuşlar, özelikle emperyalist ülkeler dünyayı yeniden paylaşmak için fırsat kollamaya başlamışlardı. Paylaşılacak ülkelerin başında, da bu devletlerce “hasta adam” denilen Osmanlı İmparatorluğu geliyordu. Tabi ki o da bu durumun farkında idi ve kendine göre tedbirler almaya, bu hengâmeden az zararla kurtulmaya çalışıyordu. Harbi başlatan kıvılcım 28 Haziran 1914 günü Saraybosna’da çakıldı. O gün Avusturya-Macaristan veliahtının bir Sırplı tarafından öldürülmesi, Birinci Dünya Harbi’nin görünen ve âni sebebi oldu. Bu kıvılcım, barut fıçısı haline getirilen dünyanın infilâk etmesine yetti ve fırtına koptu. Bir hafta içinde bütün Avrupa harbe sürüklendi. Olaylar üzerine Osmanlı İmparatorluğu seferberlik ilân etti ve 1 Kasım 1914 günü Rusların Doğu cephesinde Türk hududunu geçmesiyle de fiilen savaşa girdi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getiren, dünyanın bu en kanlı harbi boyunca Trabzon ve Trabzonlular gibi Vakfıkebir ve Büyüklimanlılar da yoğun olaylar yaşadılar. Destansı kahramanlıklar, akıl almaz fedakârlıklar, ihanetler, korkunç mezâlimler, işgaller ve muhaceretlerin yaşandığı bu 4 yıl yöre tarihinin en hicranlı yıllarıdır.
Yöre halkının askerlik çağına gelmiş olanları düzenli ordu birlikleriyle değişik cephelerde savaşırken, eli silah tutan diğerleri ise kurdukları çetelerle Teşkilâtı-ı Mahsusa Alayları içinde vatanlarını müdafaa için Batum’dan Harşit’a kadar her noktada Ruslarla savaşmışlardı. Sonunda da esir olmamak, canlarını, namuslarını düşman çizmesi altına düşürmemek için, canlarından aziz bildikleri vatanlarını terk ederek muhacir çıkmışlardı.
Rus Bombardımanları, Yavuz ve Midilli
Vakfıkebir, Çarşıbaşı, Beşikdüzü harbin başlamasıyla birlikte Rus donanması tarafından sürekli bombalanan yerlerdir. Kolordu Komutanı olarak bu cephede görev yapan Fevzi Paşa (Mareşal Fevzi Çakmak) bölgenin yapısını ve Rus donanmasının muharebelerdeki yerini şöyle anlatır:
“Sahil mıntıkası dağlıktır. Bu dağlar sahilden 10-15 kilometre uzaktadır. Buraları döğmek için sahile zırhlı getiriyorlar. İmparatoriçe Marya ve İmparatoriçe Katerine diritnotlarını da faaliyete getirdikleri için artık Yavuz’dan da korkmuyorlardı. Hatt-ı balâdan sahile kadar 10-15 kilometre imtidat eden muvazi dereler arasındaki müteakip mevzileri boydan boya gemilerin yan ateşleri tesiri altına alarak sahildeki mukavemetimizi kolayca kırmağa başladılar. Rize’den sonra dereler ve dağlar uzaklaştığı için döğemiyorlardı ve Bayburt’u alamadıklarından sahil müfrezesi ilerledikçe sol cenahı açılıyordu.”
Fevzi Çakmak’ın da belirttiği gibi arazinin yapısının sağladığı imkanlarla savunma yapabiliyorduk, deniz gücümüzün yetersiz olması sebebiyle de Rus donanması tarafından sürekli bombalanıyorduk. Bu hengamede iki gemi halkımızın gözünde kahramanlaşmış, Rus baskınlarında türkülerle yardıma çağrılır olmuştu. Halk arasında efsaneleşen bu gemilerden biri Yavuz diğeri ise onun arkadaşı Midilli’dir. Bu gemiler Birinci Dünya Harbi ile özdeşleştikleri gibi insanımızla da özdeşleşmişlerdi.
Rus donanması üzerlerine bomba yağdırdığında, limanlarını yaktığında;
“Ah Midilli Midilli
Çabuk tüttür dumanı
Urusun gemileri
Hep yakayi limanı”
“Habu köyün kızları
Ne dillidir ne dilli
Kaldık duman içinde
Yetişsene Midilli”
“E Midilli kalksana
Çabuk tüttür dumanı
Urusun gemileri
Hep yakayi limanı”
“Habu köyün kızları
Ne dillidir ne dilli
Kaldık duman içinde
Yetişsene Midilli”
“E Midilli kalksana
Işıkları yaksana
Düşman basti burayi
Toplari donatsana”
türküleriyle onları yardıma çağırırdı. Rus donanmasına karşı verdikleri mücadele ise;
“Ah Yavuz kara Yavuz
Yok mu sende kılavuz
Mavria’nın üstüne
Nasıl gittin yalavuz”
Yok mu sende kılavuz
Mavria’nın üstüne
Nasıl gittin yalavuz”
türküsünde olduğu gibi hayranlıkla ve gururla ifade edilirdi.
Karadağ Muharebeleri
Karadağ Muharebeleri
Dünya Harbi esnasında yöremizde cereyan eden en önemli muharebeler Karadağ ve çevresinde meydana gelmişti. Halkımız donanma desteğine sahip düşmanı dağlara davet etmişti. Onunla kahramanlıkla dolu hesaplaşmasını bu dağlarda yaptı. İsmet Zeki Eyüpoğlu “Kara zıpkalılar” adlı şiirinde dağlarda sergilenen direnişi şöyle anlatır:
Kara zıpkalılar “Allah!.. Allah!... dağlar bizimdir” dedi.
Kanıma kan diye sesler yükseldi.
----
Hey Allahım Honefterin günü müdür?
Karaptalda dernek mi var?
At bindiler, kılınç kuşandılar kara zıpkalılar
Kıyasıya vuruştular günlerce,
Bire on veren başak misali kırıldı Urus, Urum, Ermeni.
Bir başka şair Cemal Bahadır, Karadağ’a seslendiği şiirinde bu olaylara vurgu yaparak şöyle der:
“Başın dumanlıdır yaslı mısın ne?
Kaç meçhul askeri gömdün sînene?
Bugün pek başkadır, benzemez düne.
Şehitler mezarı olan Karadağ!”
Karadağ’da ecdadımızın sergilediği bu şanlı direnişin bir kısmını, Muzaffer Lermioğlu’nun kaleminden aktarmak istiyorum. Mezarlarına bir taş bile dikemediğimiz o aziz şehitlerimizin 92 yıl sonra tekrar hatırlanmasına, o mübarek şehitlerimizin ve gazilerimizin rahmet ve minnetle anılmalarına vesile olması dileğiyle…
Kanıma kan diye sesler yükseldi.
----
Hey Allahım Honefterin günü müdür?
Karaptalda dernek mi var?
At bindiler, kılınç kuşandılar kara zıpkalılar
Kıyasıya vuruştular günlerce,
Bire on veren başak misali kırıldı Urus, Urum, Ermeni.
Bir başka şair Cemal Bahadır, Karadağ’a seslendiği şiirinde bu olaylara vurgu yaparak şöyle der:
“Başın dumanlıdır yaslı mısın ne?
Kaç meçhul askeri gömdün sînene?
Bugün pek başkadır, benzemez düne.
Şehitler mezarı olan Karadağ!”
Karadağ’da ecdadımızın sergilediği bu şanlı direnişin bir kısmını, Muzaffer Lermioğlu’nun kaleminden aktarmak istiyorum. Mezarlarına bir taş bile dikemediğimiz o aziz şehitlerimizin 92 yıl sonra tekrar hatırlanmasına, o mübarek şehitlerimizin ve gazilerimizin rahmet ve minnetle anılmalarına vesile olması dileğiyle…
LERMİOĞLU’NUN HATIRALARINDA BÜYÜKLİMAN ÇEVRESİ SAVAŞLARI
Rusların kasabayı (Akçaaabat’ı) işgâli üzerine kıtaatımız Vezuldimena ve Yoroz sırtlarına çekilmişti. Başlıca hareket üssümüz Karadağ, Karaaptal, Beypınarı olmuştu. Rus harekâtı bu sahaya intikal edince faaliyetini kaybederek derme çatma kuvvetlerimize ilçenin bu dağlık sahasında geçit yollarını ve hâkim noktaları tutarak mukavemete hazırlanmaları imkânını vermişti. İlçe toprakları dahilindeki müdafaa tam 91 gün devam etmiştir. Bilâhare Bayburt'un sükûtu üzerine hasıl olan askerî mecburiyetlerle buranın tahliyesi emredilmekle ilçe dahilindeki harekât Rumî 14 Temmuz 1332 (27 Temmuz 1916) tarihinde son bulmuştu.
Rusların kasabayı (Akçaaabat’ı) işgâli üzerine kıtaatımız Vezuldimena ve Yoroz sırtlarına çekilmişti. Başlıca hareket üssümüz Karadağ, Karaaptal, Beypınarı olmuştu. Rus harekâtı bu sahaya intikal edince faaliyetini kaybederek derme çatma kuvvetlerimize ilçenin bu dağlık sahasında geçit yollarını ve hâkim noktaları tutarak mukavemete hazırlanmaları imkânını vermişti. İlçe toprakları dahilindeki müdafaa tam 91 gün devam etmiştir. Bilâhare Bayburt'un sükûtu üzerine hasıl olan askerî mecburiyetlerle buranın tahliyesi emredilmekle ilçe dahilindeki harekât Rumî 14 Temmuz 1332 (27 Temmuz 1916) tarihinde son bulmuştu.
Burada savaşan kuvvetlerimize aşağıda tesbit ve izahına çalışacağımız veçhile kısmen hicret etmeyen ilçenin dağlık köylerinden Mula ve Sıdıksa köylerinin bir kısmı halkıyla hassaten Vakfıkebir ve Tonya halkından bir çokları katılarak arazinin verdiği imkânlardan da faydalanmak suretiyle Rus kuvvetlerini tevkife muktedir olmuşlardı. Araziyi karış karış bilen ve çok iyi silah kullanan sivil halktan müteşekkil çeteler bilhassa gece baskınlarıyla Ruslara aman vermemiş ve mevcutlarından çok üstün sayıda Rus kuvvetlerini imha etmeye muvaffak olmuşlardı. Bu havalide Hıdırnebi'ye tabiye edilmiş bir topumuzla harekâtın buraya intikalinden yirmi gün sonra da Beypınarı'na iki ve Honefter Dağına bir top tâbiye edilerek elimizde cem'an dört topumuz vardı. Buna mukabil Ruslar Mimera, Taşlıoba ile Visera Kale mevkiine ve bilâhare Potonos ve Şinik sırtlarına sekiz batarya top yerleştirmişlerdi. Topçumuzun elinde yeter derecede mermi de yoktu. (…)
Bu havalideki savaşlarda bilhassa Vakfıkebir, Tonya halkıyla Sıdıksa ve Mula köyleri halkından ilk günlerde hicret etmeyerek burada düşmanla savaşmayı kabul eden ve çete halinde teşkilâtlandırılan sivil halk, askerlerimizden daha müessir surette hizmet etmiş ve her çarpışmada Rusları bozguna uğratmış ve ordunun bu hattan ric'atine kadar Ruslara tek adım attırmamışlardır. Burada teşekkül eden çetelerin başında Vakfıkebir Koftantoz köyünden Kopluoğlu Ahmet Çavuş, Erde köyünden Hacıfettahoğullarından Halim Ağa ve oğulları ve Garbetoğlu Ahmet Çavuş ve Hekimoğlu Mustafa Ağa ve yine Tonya'nın Ağır köyünden Lermioğlu Halim ve Keleş ağalarla, Tekaüdün Salih Ağa ve Mula köylü Kasım oğlu Çakal Mustafa, Kadahor köyünden Bizoğlu Kulaksız Salih, Öksüzoğlu Faik, Köroğlu Cafer ve Maçkalı Çolak oğlu Ali Ağa ve diğer emsali değer ifade eden kahraman ve fedakâr yurttaşlarımız vardı. (…) Buralardaki savaş başlıca Karadağ Yaylası eteklerindeki Rohnoy Obası'nın karşısındaki Soğuksu Tepesi ile Eşek Meydanı, Hıdırnebi, Balıklı sırtları, Mucura köyü ve ayrıca Derinoba, Beypınarı, Mula Obası'nın Ballıkıranı ve Raşı Tepesi ile diğer muhtelif mevkiide vukua gelmiştir.
Karadağ - Soğuksu ve Eşek Meydanı Savaşları
Ruslar tedricen ilerleyerek Karadağ eteklerindeki Soğuksu tepesine bir tabur piyade ve dört ağır makineli tüfek yerleştirmişlerdi. Bunları bu tepeden atmak ve vaziyete hâkim olmak üzere bu tepeyi sis kapladığı bir günde Rohnoy Obası'nın sırtlarındaki Fonko Obası'nda yer alan Hacıfettahoğlu Halim Ağa'nın yetmişbeş mevcutlu çetesiyle Balıklı sırtlarındaki teşkilâtı mahsusa alayının iki bölüğü sisten faydalanarak buradaki düşman mevzilerine sokuldular ve birden ânî bir baskın halinde ateş açtılar. Ruslar beklemedikleri bu baskın karşısında derlenip toplanmadan ve ciddî bir mukavemet imkânı bulmadan firara başladı. Takip edilen düşman burada 72 ölü ile dört mitralyöz bıraktı. Bu tepe ile birlikte dört mitralyöz elimize geçti. Mukabil zayiatımız Trabzon'lu bir er ile altı yaralıdan ibaretti. Bu aziz şehidin mezarı Balıklı Obası'ndadır.
Ruslar iki gün sonra bu cephedeki kuvvetlerini altı piyade taburu ile takviye ederek elimize geçen Soğuksu Tepesi'ni geri almak ve bizi Karadağ'dan atmak için sabahleyin erkenden taarruza geçtiler. Piyade taarruzundan önce Potonos, Şinik ve Mimera'daki topçusu mevzilerimizi şiddetle top ateşi altına aldı. Düşmanın sürekli top ateşi tek isabet kaydetmeden kuru bir gürültü halinde devam etti. Yalnız Hıdırnebi Şahinkayası'nı çevreleyen orman kıt'asını tutuşturmuş ve bu ormandaki yangın bir hafta devam etmişti. Burada tâbiye edilen ve yukarıda işaret edilen bir topumuz bugün Potonos sırtlarındaki düşmanın iki topunu susturmağa muvaffak olmuş, Rus topçusu bunun bulunduğu yeri bir türlü tesbite muvaffak olamamıştı.
Bir saat fasılasız devam eden topçu ateşinden sonra piyadesinden bir tabur yukarıda adı geçen Halim Ağa ile Kopluoğlu Ahmet Çavuş'un yüzon mevcutlu olan çetesinin müdafaa ettiği Soğuksu Tepesi'ne taarruz etti. Bu tepeyi kahramanca müdafaa eden ve tek kurşununu boşa çıkarmayan çetelerimizin ateşi karşısında düşman taarruzu erir gibi dağıldı. Düşmanın diğer kuvvetleri yine topçusunun himayesinde İstera ve Vayton sırtlarından Koryana Köyü'nün Balıklı Obası sırtlarındaki teşkilâtı mahsusa alayı ile Fonko Obası'nın Zovon Burnu'ndaki Tonya çeteleri üzerine yüklendi. Burada da aynı derecede keskin bir mukavemetle karşılaştılar. Zovon Burnu'ndaki Lermioğlu Halim ve diğer Tonya çeteleri araziden ve ormanlardan faydalanarak Rus kıt'aları arasına sokulup Rus piyadesinin mühim bir kısmını yan ateşine almaya muvaffak oldular. Çetelerin bu mahir ve cesur hareketleri Teşkilâtı Mahsusa Alayı üzerine teksif edilen Rus taarruzunu kanlı zayiat ile sarsıp âkim bıraktırdı.
Savaş bütün şiddetiyle beş saat devam etti. Mevcutlarının üçte birini ölü ve yaralı olarak kaybeden ve mevzilerimiz önünde eriyen ve bilhassa yan ateşiyle sarsılan düşman ric'ate mecbur kaldı. Yine bu sırada bu dağlarda eksik olmayan bir sis tabakası harekât sahası üzerine çökmüştü. Araziyi ve geçit yerlerini iyi bilen çeteler cür'etkârane ve çevik hareketlerle ormanlardan da faydalanarak Rusların ric'at noktalarına kadar kayarak Rus ric'atini paniğe çevirdiler. Firar eden Rus piyadesini durdurmak için topçusunun açtığı ateş bu firarı durdurmamakla beraber Ruslara ayrıca zayiat vermekten de hâli kalmamıştı.
Zaferimizle sona eren bu savaşta Ruslar mevzilerimizin önüyle firar ettikleri sahada binbeşyüz'den fazla ölü, ikibinyüzsekiz tüfek bırakmışlardı. Buna mukabil bir subayımızla 147 er ve 84 çetemiz şehit düşmüştü. 14'ü ağır yaralı olmak üzere 68 yaralımız mevzilerin arkasındaki hastahane makamında kullanılan çadırlara nakledilmişti. Bu savaş ilçe dahilindeki savaşların en mühimidir. Eşek Meydanı ve civarı Rus askerlerinin cesetleriyle dolmuştu. İstihlâsı (kurtuluşu) müteakip burada büyük yığınaklar halindeki Rus askerlerinin kafatasları ile çürümüş kemiklerini gördüm. Son senelere kadar buradan gelip geçenler üzerinde bunlar tiksindirici bir manzara arzediyordu. Rusların bu savaştan sonra günlerce yaralılarını araba ve sedyelerle Trabzon'a nakleyledikleri görülmüştü. Bundan sonra buradaki hareketler keşif kolu çarpışmalarıyla gece baskınlarına inhisar etmişti.
İpsil Köyüne Baskın
Lermioğlu Halim çetesi bir sisli havada İpsil köyüne sokulmuş ve bu köyde dağınık ve silâh çatmış olan Rus müfrezesi üzerine ateş açarak isabetli atışlarıyla bu müfrezeyi darmadağın bir halde firara icbar ve çetesinin mevcuduna muadil sayıda Ruslara zayiat verdirmişti.
Mucura Köyüne Bir Gece Baskını
Bu baskın, yapılan baskınlar içinde en fazla başarı gösterilen gece baskınlarından biridir. Bu baskını Vakfıkebir ve Tonya çeteleri yapmıştır. Kendilerine katılan bu havali köy çocuklarının yardımıyla bir gece zifiri karanlıkta Rus nöbetçilerine hissettirmeden Rus ileri karakollarını ve ileri mevzilerini bir rüzgâr sessizliği ile geçerek Mucura köyündeki bir Rus alay karargâhına sokuldular. Muhtelif noktalara da arkadaşlarını korumak için geçit yerlerine ikişer kişi bırakarak köyün içine girdiler. Kapıları açık evlerde ve çoğu çadır altında yatan Ruslar derin bir uyku halinde idiler. Etrafta çıt yoktu. Evvelce aralarında kararlaştırdıkları veçhile ilk bomba atılmadan düşmana kat’iyen ateş edilmeyecekti. Karargâhtaki Rus subaylarının bulundukları çadırlara kadar girerek ilk bombayı burada ve toplu denecek bir halde yanyana çadırlarda yatan karargâh subaylarına attılar. Altı Rus subayı ile hademe erleri burada paramparça edildi. Köyün derin sükûneti içinde patlayan bombalar müthiş gürültüleriyle köyü bir anda âdeta altüst etmişti. Bundan sonra piyade ateşleri muhtelif noktalarda mütekâsif Rus askerlerine tevcih edildi. 42 silâhşörden ibaret olan bu çetenin baskını ümidin üstünde muvaffak olmuştu. Ruslar uyku sersemliği içinde silâh kullanmaya aman ve zaman bulamadan bir kaynaşmayı müteakip bu köyü ilçeye bağlayan şose üzerindeki dereye doğru panik halinde kaçışmaya başladılar. Toplu halde kaçanlar çetenin sürekli ateşleriyle yaralı ve ölü olarak köprü altını ve civarını doldurdular.
Çetemiz kanlı zayiat verdirdikten sonra düşman çekildi. Bunlar uzaklaşırken arkalarında bıraktıkları Rus kıt’aları korku ve şaşkınlıkla birbirleri üzerine ateş açmışlardı. Hareket üslerine dönen çetelerimiz, uzaktan bu düşman ateşlerine, sigaralarını avuçlarının içine gizleyerek neş’e ile gülüyor, “at ağam at!” diye düşmanla istihza ediyorlardı. Bu geceki baskında ayrıca bu köydeki binalara Ruslar tarafından depo edilen erzak ve mühimmatı, binaları tutuşturmak suretiyle yakmışlardı. Rusların ölü ve yaralı olarak ne kadar zayiat verdikleri tespit edilememiş ise de bu geceyi takip eden günde yüze yakın Rus yaralısının Trabzon’a taşınmakta olduğu görülmüştür.
Rus Vahşetleri ve Katliâm
Bu havalinin tahliyesini müteakip Rus komutanlığı silâhlı çetelerden alamadığı öcünü silâhsız ve müdafaasız sivil halktan ve bilhassa kadın ve çocuklardan almak istemiş, Mula’da öldürülen Rus askerinin intikamını almak için Mula köyünü yaktırıp hayvanatını yağma ettirdiği gibi, umumî bir katliâm emri de vermişti. Köylerin dağlık ve evlerinin dağınık olması sebebiyle az miktarda kalan bu havali halkı ile Tonya’nın silâhsız halkı dağlara ve ormanlara kolaylıkla iltica eylediklerinden Ruslar ancak Tonya’nın Karaağaç ve Piçinlik Boğazı arasındaki yol üzerinde ve hicret halinde bulunan Trabzon ve Akçaabat muhacirlerinden rastgeldikleri üçyüz’den fazla kadın ve çocuğu gaddarane ve caniyane bir surette öldürdükleri gibi köylerde karşılaştıkları pek az miktarda diğer sivilleri de birahmane öldürdüler. Katliâm bir gün devam etmişti. Bu katliâmda Rus kıt’asındaki Ermeniler bilhassa Rus askerlerinin bile galeyanını mucip olacak derecede canavarlıkta ileri gitmişlerdi.
(NOT: Bu yazı BÜYÜKLİMAN Yöre Kültürü Tarih Dergisinin Bahar 2008 tarihli 1'nci sayısının 14-22 sayfalarında yayınlanmıştır.)
bu vatanın savunmasında şehit olanların ruhları şad olsun
YanıtlaSil