17 Kasım 2016 Perşembe

TRABZON VALİLİĞİNİN HEZEYAN DOLU BİR BAŞKA KİTABI: 81 İLDE ŞEHİR VE KÜLTÜR TRABZON


İsmail Hacıfettahoğlu
hacifettah@gmail.com

T.C. Trabzon Valiliğinin neşriyatından değerlendirmeye tabi tutacağımız ikinci kitap ’81 İlde Şehir ve Kültür Trabzon’ adını taşıyor. Kültür Konseyi Derneği tarafından hazırlanan eser ‘Trabzon Folkloru’ gibi İstanbul’da ve aynı matbaada basılmış. Tertibi, grafik tasarımı profesyonelce… 19 yazarın katkılarıyla meydana gelen kare şeklinde 296 sayfalık kitabın editörü Dr. Metin Eriş. 
Trabzon Valiliğinin ’81 İlde Kültür ve Şehir Trabzon’ kitabı hakkında tesbit ve kanaatlerde bulunmadan önce kitabı hazırlayan dernek ve editör hakkında kısa da olsa bilgi vermekte fayda var.
Uğur Derman’dan Hüseyin Kutlu’ya, Alev Alatlı’dan Beşir Ayvazoğlu’na, Mustafa İsen’den Ahmet Turan Alkan’a seçkin ilim ve sanat adamlarımızla varlıklı insanlarımız bir araya gelerek 'kültürümüzün tespiti, korunması, tanıtılması ve gelecek nesillere aktarılması’ gayesiyle Kültür Konseyi Derneği’ni kurmuşlar. Derneğin kurucuları arasında ve yönetiminde yer alan, bir kısmı holding sahibi iş adamlarımızın, kamuoyuna yansımamasına rağmen, kültürel faaliyetleri ve kültür adamlarını himaye ettiklerini sanıyordum. Ancak, elimizdeki kitap dolaysıyla araştırınca, kuruluşunun hemen ardından derneğin, ‘Kültür Konseyi Derneği İktisadi İşletmesi’ adında bir işletme kurduğunu öğrendim. Hazırladığı kültür, sanat ve turizm ağırlıklı projeleri kamu kuruluşlarına sunan işletmenin yönetimi, üyelerden iki iş adamına, Ömer Faruk Berksan ve Metin Birsen Eriş’in yönetimine tevdi' edilmiş. Berksan ailesi için epeyce yazıldı, çizildi. Bunlar tabii ki bu yazının konusu değil. Güncel olduğu için sadece, Cumhuriyet gazetesinin bazı ürünlerine sponsorluk yapan bu ailenin, Ömer Faruk Berksan dahil 8 ferdinin Bank Asya’nın imtiyazlı ortakları arasında yer aldığını belirterek geçiyorum.        
Aynı zamanda bir iş adamı olan Metin Birsen Eriş’in ismine ise uzun yıllardan beri kültür hayatımızda sıkça rastlanır. Dr. Metin Eriş, kültür çevrelerimizde bulunmuş, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı’ndan Aydınlar Ocağı’na birçok kuruluşta görev almış bir kişi.  Akademik çalışmasını iktisat sahasında yapan Dr. Metin Eriş’in şöhretiyle mütenasip eser verdiği söylenemez. Onun adı genellikle kitapların kapaklarından ziyade, burada olduğu gibi, jenerik sayfalarında görülür. Belli bir konuda değişik yazarlar tarafından kaleme alınan yazıları bir araya getirerek, bir vakıf veya dernek şemsiyesi altında,  kamu kuruluşlarına kitap projesi olarak sunması ile tanınır. Meselâ; bundan çeyrek asır önce, 1990 yılı idi, bu satırların yazarının da kurucuları arasında yer aldığı Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu’na, kurum henüz teşekkül safhasını tamamlamadan, Dr. Metin Eriş’in bu tarz teklifleri gelmişti. Bir tanesinin, bedeli kurumun bağlı olduğu Devlet Bakanı tarafından kullanılan Başbakanlığa ait bir fondan karşılanarak, basıldığını hatırlıyorum. Aradan geçen sürede demek ki değişiklik olmamış, istikrar korunmuş.
Metin Eriş'in de içinde bulunduğu Konsey, hedef kitlesine okuma çağında olan gençleri koyarak, şehirlerin kültürel varlıkları ve değerlerini ortaya koyan kaynak kitaplar hazırlamak için kolları sıvamış. 81 İlde Kültür ve Şehir Trabzon kitabının Kültür Konseyi Derneği imzasını taşıyan ‘Takdim’inden anladığımız kadarıyla bu projenin uygulaması şöyle:
Kültür Konseyi tarafından hazırlanan projeler derneğin İktisadi İşletmesi üzerinden, gerekli temaslar sağlanarak, valiliklere sunuluyor. Kabul eden illerden yazarlar tespit ediliyor ve bu yazarlardan gelen yazılar Dr. Metin Eriş tarafından edit edilerek, yani yazılar yeniden düzenlenerek, belirlenen formata uydurularak, Kültür Konseyi’ne sunuluyor. Konsey’in onayıyla da ilgili valiliğin adına kitap halinde neşrediliyor. Usul takdire şayan, kitabın hak ettiği ciddiyete uygun bir şekilde tesbit edilmiş. Özellikle kültürel faaliyetler yapabilecek kadroya ve alt yapıya sahip olmayan vilâyetlerimiz için illerini tanıtacak kaliteli yayım yapmalarına imkân sağlayan bir organizasyon.    
Elimizdeki kitap da bu usulde hazırlandığı söylenen; içinde “… mümkün olduğunca akademik ağırlık taşımayan ve kolay okunup algılanabilir metinler”in yer aldığı bir kitap. 19 yazardan derlenen yazılar editör tarafından değerlendirilmiş, harmanlanmış, fotoğraflarla, resimlerle bezenerek Konsey’e sunulmuş. Onay çıktıktan sonra da güzel bir tasarımla Trabzon Valiliği neşriyatı olarak Mart 2016’da basılarak kitap olarak okuyucunun karşısına çıkmış. Trabzon’u her yönüyle tanıtmak amacını güden kitabın hiçbir bölümünde, Önsöz ve Takdim hariç, yazar adı yok. Önsöz’ün altında Trabzon Valisi Abdil Celil Öz, Takdim başlıklı yazının altında ise Kültür Konseyi Derneği ismi okunuyor.  Anlaşılan o ki; benimsenen usule göre, kitabın yamalı bohça görüntüsünde olması istenmemiş, toplanan yazılar, Editör Dr. Metin Eriş tarafından okunmuş, yoğrulmuş ve belli bir üslup bütünlüğü içinde sunulmuş. 
Trabzon’u coğrafyasından tarihine, folklorundan sporuna 20 başlık altında topyekûn ele alan kitabı incelerken gözümüze bazı eksiklikler ve fazlalıklar çarpıyor. Meselâ; ‘Flora ve Faunası ile Trabzon’ bölümünde yer verilen hayvan türlerinden bir kısmının bu bölgede bulunduğunu sanmıyorum. Özellikle fotoğrafı ile birlikte yer verilen kumru (s. 38), birkaç sene önce Ankara’dan temin edilerek Vakfıkebir’de çoğaltılması hariç, Trabzon kuşu değildir. Bölgenin simgesi halindeki martı, kisa, karatavuk gibi kuşlara ise kitapta yer verilmedi. Diğer bölümlerde de aynı eksiklik ve fazlalıklar ilk bakışta göze çarpıyor.   
‘Takdim’ yazısında “…bazı eksiklikler olabileceği gibi, fazlalıkların da olabileceğinin farkındayız.” (s.10) deniyor ve kitabın ileriki baskılarında düzeltilecekleri ifade edildiğinden bu hususları geçiyoruz. 
Tetkike devam ederken ‘Geçmişten Günümüze Trabzon’da İnançlar’ başlıklı bölüme geliyoruz. Bölümün girişinde, diğer bölümlerde rastlamadığımız şu çok iddialı cümleler karşımıza çıkıyor:
 “Bu konu şimdiye kadar hiçbir yerde hiçbir ilmî, dinî veya akademik kuruluşlar tarafından işlenmemiştir. Fakat Trabzon için önemli bir konudur. Zira Trabzon’dan birçok medeniyet gelip geçmiştir. Ne var ki inançları, kırıntılar halinde kalsa da yine yaşamaktadır. Bunları tespit edebilmek için sadece bugünkü Trabzon’u değil, gerek Milâttan önce ve gerekse Milâttan sonraki Trabzon’un hudutlarını ve de buralarda yaşayan insanların inançlarını bilmek lâzımdır. İşte konu, bu itikadî (İnanç açısından) olduğu kadar, sosyolojik ip uçlarıyla da tespit etmeğe çalışılacaktır.” (s. 104)
Dikkat kesilerek okumaya devam ediyoruz. Gerçekten de ifade edildiği gibi bugüne kadar duymadığımız, okumadığımız yepyeni bilgilerle yüz yüze geliyoruz.
Bunlardan bir kaçı:   
- “Trabzon M.Ö. “Küçük Asya” denilen Anadolu’nun başkenti idi.” (s. 104)
- “Üstelik 17. Yüzyıla kadar dünyanın en kalabalık şehirlerinden biri İstanbuldu ama Trabzon da hemen aynı nüfusa sahip olan bir başka şehrimizdi. Trabzon eyalet sisteminin kalkışına kurban gitmiştir….” (s 104)   
- “M.Ö. Trabzon’da Turanî kavimler, meselâ Trablar bulunmaktadır. Trabzon adı “Trabların Mahallesi, ülkesi” demektir. Böyle olunca Trabların inançlarını araştırmak lâzımdır.” (s.105) 
- “Alman araştırmacılar Trabzon şehrinin tarihini M.Ö. 10.000 yıllarına kadar çıkartmış olmalarına rağmen, bu daha çok Nûh Tûfanı dönemlerine rastladığından, inançlar konusunda ancak Hz. Nûh’un imânlı oğlu Yâfes a.s.’mın inançlarının etkilerini aramak lâzımdır.” 
- “Fakat eski Türk destanlarının, Nûh Tufânına kadar uzananlarında dahi Trabzondaki inançlar konusunda belge bulmak mümkün değildir.” 
-Trabzonluların bir kısmının Kafkas kökenli, bir kısmının Orta Asya kökenli, bir kısmının yerli, bir kısmının da Ortadoğu Mekke kökenli olduğuna göre hepsinden meydana gelen bir inanç anlayışı karşımıza çıkmaktadır.” (s. 105) 
- “Ayrıca Trabzon Valiliğinin 1869-1906 yılları arasındaki döneme dayanan 22 ciltlik Salnâmelerde, Akçaabat merkezinde kurulmuş sinör ve minör adlı iki puttan bahsedilmektedir. Hatta günümüzde sinör, ‘arazi ve sınır’ davalarının asıl sebebidir. Çünkü bunların konulduğu yer dokunulmazdı. Hâlâ bazı köylerde, sınır taşları o putlar gibi dokunulmaz şeklinde anlatılmaktadır.” (s. 106) 
- “M.S. Trabzon’da tarih çok önemli değişikliklere uğramıştır ve tabii olarak inanç hayatında da değişiklikler olmuştur. Trabzonlu büyük âlim İbrahim Cudî beyin yazdığı “Tarih-i Enbiya ve İslâm” adlı 1910 tarihli kitapta: “İnanç bakımından –dünyada- ilk yer altı örgütleri ilk defa Hz. İsa’nın Roma putpertlerinin ilâhî (semavî) gök inançlarına karşı çıkması, asıp kesmeleri yasaklamalar sonucu Kudüs’te başlamıştır.” Bu tespitten hareketle Trabzondaki Haçlı inançları (Hıristiyanlık) da, Roma İmparatorlarından I. Kostantin’in Hıristiyan olmasıyla, İstanbul’dan Trabzon’a aksetmiştir.” (s.106)
- “Çok uzun bir Haçlılık Dönemi yaşanmıştır. Bu resmî dönemden önceki süreçte Hz. İsa’nın iki havarisinin gördükleri rüya üzerine (Hz. Meryem’in o havarilere “ben Trabzon’dayım gelin beni ziyaret edin” demesi!) Maçka’da, bugünkü Sümelâ Manastırının giriş yerindeki kayanın ibâdet yeri olarak belirlenmesine sebep olmuştur. (s. 106-107)
- “Dede Korkud destanlarında Trabzon kalelerinin adı Tuman kalesidir. (…) Horasan kaynağı harç ve çimento ile olan dört katlı Teoman (Tuman) kalesi Trabzon’da hâlâ mevcuttur.” (s. 110) 
Kitaptan imlâsına dahi müdahale etmeden aktardığımız bu bilgileri sanırım benim gibi siz de ilk defa duymuşsunuzdur. Ciddi bir kitapta yer alan bu bilgilerin bir ilmi heyetin, Kültür Konseyi’nin denetiminden geçmiş olduğunu hatırlatalım. Devlette angarya olmayacağına göre, Trabzon Valiliği tarafından bedelleri de ödenmiş olmalı ki kitabın jenerik sayfasında, “Tüm hakları Trabzon Valiliği’ne aittir” ibaresine bilhassa yer verilmiş. 
Bu yeni bilgilerin bir kaçına kısaca bir daha bakalım:
- Trabzon M.Ö. Küçük Asya’nın yani Anadolu’nun başkenti idi. 
- 17. Yüzyıla kadar İstanbul dünyanın en kalabalık şehirlerinden biri, Trabzon da aynı nüfusa sahip bir başka şehir. Ancak eyalet sisteminin kalkışına kurban gidiyor!?
Bu kitap Trabzon Valiliğinin yayını, amatör bir kişinin hislerini yansıtmış olamaz.
Ve de il nüfusu ile şehir nüfusunu karıştırmış olamaz! 
- M.Ö. Trabzon’da Trablar bulunurmuş. Trabzon adı da ‘Trabların mahallesi, ülkesi’ demekmiş!..
- Alman araştırmacılar Trabzon’un tarihini M.Ö. 10.000 yıllarına kadar çıkartmışlar!.. Alman araştırmacılarından hangileri? Belirtilmiyor. Bilumum Alman araştırmacıları olabilir. M.Ö. 10.000, M.S. da 2016 etti mi sana 12.016 yıl. İşte Trabzon’un tarihi!..
Merak ediyorum, bazı kaynakların Trabzon tarihini 5.000 yıl göstermelerine tepki gösteren bazı yazarlar acaba bu yeni bilgiye ne diyecekler?
- Kişilerin arazilerini birbirinden ayıran hudutlara, yani arazilerin sınırlarına Trabzon’da ‘sinor’ denmesi ‘sınır’ sözünden bozma değilmiş!.. Meğerse bu söz Akçaabat’ta dikili olan ‘sinör’ putundan gelirmiş, sinor taşları da put gibi kutsal, dokunulmaz telâkki edildiğinden sınır kavgaları, cinayetler olurmuş!..
Kitapta bu hususa özel önem atfedildiğinden olsa gerek, 127. sayfada ‘Sinör Anlayışı’ başlığıyla tekrar yer almış.  
Kitap konuyla alâkalı mehaz da gösteriyor. 22 ciltten mürekkep Trabzon Vilâyeti Salnameleri… Cilt belli değil, sayfa belli değil.
Kudret Emiroğlu var olsun. Büyük bir sabırla ve titizlikle bu salnameleri yeni yazıya aktardı ve asıllarıyla birlikte 22 cilt halinde neşretti. Okuyucuya kolaylık olsun diye de dizinle birlikte salnamelerde geçen şahıs adları hakkında bilgileri ihtiva eden bir de ek cilt ekledi. İlgili ‘put’u merak edenler bu kaynağa müracaat edebilirler.  
- Eski Trabzon’un batısını çevreleyen surların güney ucunda yer alan, zindan olarak da kullanıldığı bilinen Zağnos Burcu’nun adı meğerse Tuman Kale imiş! ‘Horasan kaynağı harç ve çimento (!)’ ile yapılan Tuman Kale’nin fotoğrafı da kitabın 110’ncu sayfasına konmuş. Burcun yapıldığı tarihlerde çimento kullanıldığı ilk defa keşfedilmiş olsa gerek!.

Bunlar Hezeyan mı Yoksa Hakikat mi?

Kitapta, 1916 yılında Trabzon’u işgal eden Rus ordusunun Harşit çayında nasıl durdurulduğu şu cümlelerle anlatılıyor:
“Karşılarına dört kahraman dikili verdi. Biri Eynesilli Deli Bilâl, diğeri Trabzonlu Kurmay Albay Hacı Hamdi, üçüncüsü Tirebolulu Hüseyin Avni Alp Arslan ve Göreleli Yarbay Topal Osman Ağa Kuvva-i Milliye Çeteleri... Ruslar çok zor durumda kalarak Erzincan anlaşmasını yapmak durumunda kaldılar.” (s.126)
Okuma çağındaki çocuklarımıza tarihimizden bir olay, Trabzon Valiliği neşri kitapta böyle anlatılıyor. Her halde ilk defa duyulan ve yazıya geçen bu bilgiyi biraz inceleyelim. İşgalci Rus ordusunun karşısına Vehip Paşa komutasındaki 3. Ordu değil, Yakup Şevki Paşa komutasındaki 2. Kolordu değil dört kahraman dikilivermiş!
Bunlardan biri Eynesilli Deli Bilâl… Peki, Deli Bilâl kim? Rus işgaline uğrayan bölgeden muhacir çıkmayan veya çıkamayan halkın arasından, işgal kuvvetlerinin esir halka karşı zulme varan uygulamalarına isyan eden, onlara direnen kahramanlar çıkmıştır. Eynesilli Karamurtezaoğlu Deli Bilâl de bunlardan birisidir. Bu tür kahramanlar tarafından verilen mücadele belki beşinci kol faaliyeti sayılabilir.  Ancak bu kahramanların mücadelesini Rus ordusunun ilerlemesini engelleyecek güçte göstermek, deniz, hava, kara üstünlüğüne sahip söz konusu ordunun ilerlemesini durdurduğunu söylemek akla ziyan bir durumdur. 
Kurmay Albay Hacı Hamdi Bey Rusların karşına dikilmiştir. Doğrudur. Çünkü o bu tarihte 2. Kafkas Kolordusu’na bağlı Sahil Müfrezesi Komutanıdır. Komuta ettiği birliğin yapısı ve adı 5 Kasım 1916 da 37’nci Kafkas Fırkası olarak değiştirilmiş, kendisi de 13 Ocak 1918 tarihine kadar bu fırkanın komutanlığına devam etmiştir. 
Yakın tarihimizde mümtaz bir yeri olduğuna inandığım Hüseyin Avni Bey’e gelelim. 42’ci Alay Komutanı olarak katıldığı Sakarya Meydan Muharebesinde 30 Ağustos 1921 günü şehit düşen Hüseyin Avni Bey ise Rusların Harşıt’a ilerlediği esnada o cephede değildi. O kahraman insan, o esnada Kop Dağı’nda, Bayburt civarında Ruslarla pençeleşircesine muharebe ediyordu. Giresun cephesine gelişi, Rus ilerlemesi durduktan sonra, 20 Ağustos 1917 tarihidir. Bu tarihte Giresun’daki 110’ncu Alayın Komutan Vekilliğine atanmış ve bölgenin işgalden kurtulmasında görev almıştır.
Rus ordusunun karşısına dikildiği söylenen dördüncü kişi ise; ‘Göreleli Yarbay Topal Osman Ağa Kuvva-i Milliye Çeteleri…’ Giresun’da doğan, ailesi bu şehrin eşrafından olan Osman Ağa’nın ‘Göreleli’ olduğu bu kitabın bize kazandırdığı ilklerden olsa gerek!.. Osman Ağa'nın Birinci Dünya Harbi döneminde, dolaysıyla 1916’da ‘yarbay’ sıfatı taşımadığı, bu sıfatın kendisine 47’nci Giresun Alayı komutanı olarak Milli Mücadele’ye katıldığında verildiği bilinir. ‘Kuvva-i Milliye Çeteleri…’ tabiri ise izaha muhtaç. Dünya Harbinde bu cephede Teşkilât-ı Mahsusa’ya bağlı çeteler vardı. Kuvva-i Milliye, malûm olduğu üzere Milli Mücadele dönemine ait bir tabir…

Tehcir mi Muhaceret mi?

Tehcir kökü ‘hicret’ olan bir kelime… Kelime aynı kökten gelen muhacirden farklı mana taşımaktadır. Kavram olarak tehcir zorla göç ettirilmedir. Kitap Trabzon’da yaşanan Rus işgali dönemini kastederek şöyle diyor:
“İki yıllık bilânçoda bölge halkının tehcir sayısı bir milyon iki yüz bindir. Şehit ve kayıp sayısı ise, Çanakkale kadar tam 250 bin olmuştur. 60 bini zaten hastalıktan ve açlıktan vefat etmiştir.” (s. 126)
Resmî bir yayında yer alan bu cümleler, bu ifadeler hezeyan değilse nedir? Bir defa Rus ordusu veya Rus hükümeti Trabzon halkına karşı tehcir kararı aldığı ve uyguladığı yönünde bir bilginin bugüne kadar bilinmediğinden eminim. Bilinen o ki; vatanları işgal edilen Trabzonlular esareti kendilerine zül addettiklerinden binbir müşkülâtı göze alarak memleketlerini terk ederek muhacir çıktılar. Yani hicret kararı, işgalcilerin aldığı ve uyguladığı değil, halkın kendi iradesiyle aldığı ve uyguladığı bir karardır. Yani tehcir değildir. 
Rakama gelince; ‘BİR MİLYON İKİYÜZ BİN’ rakamı nasıl ortaya çıkmış? Böyle bir rakam olabilir mi? Trabzon’un nüfusu belli. Çevresinin nüfusu belli. Böyle bir rakam nasıl telaffuz edilir? Nasıl yazılır? Nasıl bir kitapta, hele bir resmi kurumun kitabında yer alır? 
Gelelim şehit sayısına. O da ‘TAM 250 BİN’… 60 BİN de hastalıktan ve açlıktan ölmüş!.. 
Demek ki Trabzon’un, tehcir (!) edilmeyip yerlerinde kalanlar hariç Dünya Harbi öncesi nüfusu BİR MİLYON BEŞYÜZ ON BİN kişi imiş!...
Bu ciddiyetten uzak akla ziyan zırvalar, bu hezeyanlar maalesef Trabzon Valiliğinin neşriyatı ‘81 İlde Kültür ve Şehir Trabzon’ kitabında yer alıyor. 

Destanlarıyla Trabzon ve Kitab-ı Dede Korkut

Kitabın değişik bölümlerinde, özellikle de ‘Geçmişten Günümüze Trabzon’da İnançlar’ ile ‘Destanlarıyla Trabzon’ bölümlerinde Dede Korkut destanlarından sıkça söz edildiği görülüyor. Kitabın 108. sayfasında destanın ilk sayfasının fotoğrafına yer verilerek, birbiriyle irtibatsız cümlelerden sonra; “İşte bu Destanın Resul-i Ekrem zamanında …’ diyerek başlayan ilk sayfası” (kitabın 108’nci sayfasında yer alan bu ibare 121. sayfasında da tekrarlanıyor) deniliyor. 
Bakıldığında ise, Besmeleden sonra “Resul-i Ekrem zamanında…” denilmediği, “Resul aleyhisselâm zamanına yakın…” denildiği açıkça okunuyor. Belge olarak kitaba konan bu fotoğrafın, Dede Korkut destanının yazma nüshalarından Dresden nüshasının ilk sayfası olduğu ve TDV neşri ‘Kitab-ı Dedem Korkut’tan alındığı anlaşılıyor. 
Ardından ‘ne alâka’ denebilecek, içinden çıkama- dığım şu acayip cümle geliyor:
“Zaten bugün Trabzon Boztepede medfun olan ve sonradan bugünkü türbesi Sultan Abdulhamid Han tarafından Âhî Evran dedenin, Trabzon’un kale dışına Orhan Gâzi zamanında gelip İslâmî Uc Beyi faaliyetleri gösterdiğini ispatlamaktadır.” 
Kitapta 2 adet basılı Dede Korkut kitabı kapağına yer veriliyor.
İlki, Kilisli Muallim Rifat’ın 1916 yılında Berlin yazma nüshasını esas alarak neşrettiği, Kitāb-ı Dedem Korkud Alâ Lisân-ı Tâife-i Oğuzân adlı eserin kapağı. (s. 121)
İkincisi ise, 19 yaşında Müslüman olan Alman ilim adamı H. Ahmed Schmiede (Berlin 1935-Köln 10 Ekim 1910) tarafından destanın Dresden nüshası esas alınarak hazırlanan ve 2009’da TDV tarafından neşredilen Kitab-ı Dedem Korkut adlı eserin kapağı. (s.222) Aynı sayfada yer verilen bir başka fotoğrafta bir hatibin elinde bu kitap görülüyor.
Çok sayıda yabancı ilim adamının üzerinde çalıştığı ve çeşitli dillere çevrildiği Dede Korkut hikâyelerinin kültür tarihimizde çok önemli yeri olduğu malûm. Kilisli Rifat’tan itibaren, başta Orhan Şaik Gökyay, Pertev Naili Boratav, Muharrem Ergin olmak üzere birçok ilim adamımız bu hikâyeler üzerine ciddi çalışmalarda bulundular, neşriyatlar yaptılar. Ancak, Dede Korkut hikâyelerinde yerli yabancı onca ilim adamının tesbit edemediklerinin elimizdeki kitapta tesbit edildiğini hayretle görüyoruz!..
Meselâ; Destanın ‘Dirse Han oğlu Boğaç Han Boyu’ adlı hikâyesinde, Boğaç Han’ın av esnasında babası tarafından okla yaralanması anlatılırken, neşredilen bütün nüshalarda;
“Oğlan orada yıkıldığı vakit boz atlı Hızır oğlana göründü, üç kez yarasını eliyle sığadı. ‘Sana bu yaradan ölüm yoktur; dağ çiçeği ananın sütüyle senin yarana merhemdir’ dedi, kayboldu” (Bkz. O.Ş.Gökyay, Dede Korkut Hikâyeleri, İst. 1976, s.14 – Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı I, Ankara 1997, s. 88 – H. A. Schmiede, Kitab-ı Dedem Korkut, Ankara 2009, s. 29) deniyor.
Ne yöne gittiği belirtilmiyor. Elimizdeki kitap ise Hızır Aleyhisselâmın ne yöne gittiğini net olarak veriyor. Hatta destanların nerelerde geçtiğini de belirtiyor:
“Akçaabat Hıdır Nebi tepesine doğru gözden kaybolur.” (s. 122) 
“Boğaç han Destanı Trabzon’un Maçka ilçesinin Boğaç Yaylasında geçer.” (s. 122)
“Salur Kazan Destanı Beşikdüzünde geçer. Ağasar (Akhisar), Aruz (Uruz) deresi, Resullü-Türkelli ve Korkut köyleri hep bu destandaki yerlerin ve insanların adlarını taşır.” (s.123)
Salur Kazan Destanında Kazan Han’ın Tumanın kalasında zindandayken Tekfurun karısı ile diyalogu:
“Bir gün tekurun avreti ayıtır: Varayın, Kazan’ı göreyin, ne halli kişidir. Bunca adamlara darp ururmuş, dedi. Hatun gelip zindancıya kuyuyu açtırdı. Çağırdı. Ayıtır:
Kazan Beğ! Nedir halin? Dirliğin yer altında mı hoştur, yoksa yer üstünde mi hoştur? Hem şimdi ne yersin, ne içersin ve ne binersin? Dedi.
Kazan ayıtır: Ölülerine aş verdiğin vakit ellerinden alırım. Hem ölülerinizin yorgasına binerim, kahillerin yederim, dedi.
Tekur avreti ayıtır: Dinin için, Kazan Beğ, yedi yaşında bir kızcuğazım ölmüştür. Kerem eyle, ona binme! Dedi.
Kazan ayıtır: Ölülerinizde ondan yorga (rahvan İH) yoktur. Hep ona binerim, dedi.
Avret ayıtır: Vay, senin elinden ne yer yüzünde dirimiz ve ne yer altında ölümüz kurtulurmuş, dedi.
Geldi, tekura ayıtır: Kerem eyle, ol Tatarı kuyudan çıkar! Kızçuğazımın belini üzere! (kırar) Yer altında kızçuğazıma binermiş. Kalan ölülerimizi cem edermiş. Hem ölülerimiz için verdiğimiz aşı ellerinden çekip alıp yerimiş. Onun elinden ne ölümüz, ne de dirimiz kurtulurmuş! Dinin aşkına, ol eri kuyudan çıkar! Dedi.” (bkz.:H.A. Schmiede, Kitab-ı Dedem Korkut, Ankara 2009, s. 158. Ayrıca; Orhan Şaik Gökyay, Dede Korkut Hikâyeleri, İstanbul 1976, s. 222-223, Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı I, Ankara 1997, s. 235)
Şimdi hikâyenin bu bölümünün elimizdeki kitapta ne hale geldiğine, nasıl tahrif edildiğine bakalım:
“Han burada bir çare düşünmüş. O zamanki Haçlıların (kitapta ne hikmetse Hıristiyan yerine sürekli Haçlılar deniyor. İH) âhiret inançlarından istifade ile çıkmayı plânlamış… Tepeden bakan Tekfurun hanımına: “Çıkarın beni buradan. Öldürürseniz âhirete gideceğim. Fakat orada veremden ölmüş kızınızı bulup gırtlağını sıkıp boğacağım. Siz ölülere de yemek veriyorsunuz. Onun yemeğini de elinden alacağım. Bakalım kurtarabilecek misiniz?” deyince, Tekfurun hanımı durumu Tekfura haber verir. “Ey eşim, bizim kızımız zaten dünyada neler çekti. Bir de Tatar Türkünün elinden çekmesin. Salıver O’nu gitsin” deyince, Tekfur adamlarını toplar ve Salur Kazan’ı serbest bıraktırır.” (s. 123)
Dede Korkut Hikâyelerinin kitabı hazırlayanlarca önemsendiğini görsel malzeme olarak yer verilen fotoğraflara dayanarak söylemek mümkün. Hikâyeleri ihtiva eden biri eski, diğeri yeni yazı iki eserden dört fotoğraf ile, altında; Bayburt Beyrut yapılarak; ‘Dede Korkut’un Beyrut’un Masat Köyündeki Türbesi’ ibaresi ile yer alan türbe fotoğrafı (s.121) sayfaları süslüyor. Buna rağmen kitabı hazırlayanların fotoğraflarını koydukları kitaplara itibar etmedikleri, onları ciddiye almadıkları da açıkça görülüyor. Ciddiye alsalardı, millî kültürümüzün temel eserlerini bu kadar hoyratça tahrif etmeye, üstelik de bunu resmî bir yayında yapmaya cür'et edemezlerdi.
Dede Korkut hikâyelerinin Trabzon için önemi inkâr edilemez. Bu önem mutlaka ehil kişiler tarafından vurgulanmalı, sahanın uzmanları tarafından araştırılarak destanların bölgedeki izleri isabetle tesbit edilmelidir. Bendeniz naçizane, konun önemini günümüze taşımaya vesile olması için, fethinin 550. yılı münasebetiyle hazırlananTrabzon Armağanı’ adlı kitaba Dede Korkut uzmanlarından Prof. Dr. Pertev Naili Boratav’ın, ‘Dede Korkut Kitabı’nda Komnenlerle Akkoyunluların ve Öteki Türklerin Münâsebetlerine Âid İzler’ başlıklı makalesini koymuştum. (Bkz.: Trabzon Armağanı/550. Yılında Fetih ve Fatih, Ankara 2012, s. 167-176)  
Geri dönelim ve ‘Destanlarla Trabzon’ bölümünün girişinde yer alan ifadeyi okuyalım:
“Önce şunu vurgulamalıyız ki Trabzon destanları şimdiye kadar hakkıyla hiç ortaya konmamış, yorumu yapılmamış, hatta örtbas edilmiştir. Halbuki Trabzon destanları çok zamanlara dayanır.” (s. 120)
İkinci cümlenin sakilliğini, anlamsızlığını geçelim. İlk cümlede Trabzon destanlarının örtbas edildiği ithamı var. Birileri tarafından kasten, bilerek, yani taammüden Trabzon destanları örtbas edilmiş!.. Kim oldukları söylenmiyor. Sanırım resmî bir yayında yer alan bu ifade, bu sahada çalışan hemen herkesi töhmet altına sokar. Acaba, Dede Korkut üzerine çok kıymetli eserler vermiş, el’an rahmet-i Rahman’a kavuşmuş ilim adamlarımız da bu cürmü işlemişler midir? Yoksa ‘Destursuz Bağa’ mı girildi? Her-dem hayırla yad ettiğimiz bu değerli kültür adamlarımızın müdafaası öncelikle kitabı hazırlayan Kültür Konseyi’nin üyelerine, özellikle de bu bağın bağbanlarından olması gereken Mustafa İsen ve İskender Pala beyefendiler gibi Türk Edebiyatı Profesörü üyelerine düştüğü açıktır.

İki Hayâlât Destan 

Ayasofya Destanı’ başlığı altında yer alan ilk cümle:
“Bu destan Trabzon’un fethi sırasında, 1461 yılında, gündem olmuştur. Ancak nedense bugüne kadar kulaktan kulağa gelmesine, birçok zaman birçok yerde anlatılmasına rağmen hiç yazıya geçirilerek kamuoyunun bilgilerine sunulmamıştır.” 
Ardından Azize Sofya hakkında bir takım bilgiler verildikten sonra; “Yaşlıların nazım tarzında Azîze Sofya ile ilgili dile getirdikleri ise şöyle” denerek bir manzumeye yer veriliyor.
“Artık eski Azize Sofya değilim.
Trabzon’u kaybettiğimize kefilim.” (s. 124) diye başlayan ve ‘Ayasofya Destanı’ olarak kitaba giren metin, acemice eskitilerek tarihî eser diye satılan ürünlerden farksız.
‘Çanakkale (Cennet Kale) Destanı’ diye sunulan da aynı. 
“Bu destan Trabzon Lisesinden Çanakkale’ye giden son sınıf öğrencilerine aittir. (…) İşte o destandan akılda ve gönülde kalanlar” denerek, henüz dumanı üzerinde, taze yazılmış olduğu aşikâr bir manzume eskitilmeye çalışılarak destan diye sunuluyor. (s. 126) 
Burada yeni bir Habil Adem vakasıyla karşı karşıya olduğumuzu sanıyorum. Habil Adem mukallitleri, çakma Habil Ademler, çok acemice de olsa, beceriksizce de olsa günümüzde de faaliyetteler. ‘24 Şubat Trabzon’un Kurtuluş Destanı’, ‘Tonya Kurtuluş Destanı’, ‘Sultan Murat Yaylası Destanı’, ‘Ayasofya Destanı’ gibi destanlar düzdüklerini, kahramanlar ihdas ettiklerini, meşhurlar icat ettiklerini, bunları da mümtaz ilim ve sanat adamlarımızın içinde yer aldığı Kültür Konseyi Derneği vasıtasıyla Trabzon Valiliğinin bir kitabı üzerinden dolaşıma soktuklarını, literatüre geçirdiklerini görüyoruz. Tarihimizi, kültürümüzü tahrif eden, kirleten bu tür yayınları önlemesi gereken kişi ve kurumların onlara destek vermesi ise maalesef çok acı. 
   

Dr. Metin Eriş Bu Kitabı Okudu mu? 

  81 İlde Kültür ve Şehir Trabzon kitabının editörü, yazının başında da belirttiğim gibi, Dr. Metin Eriş.  Jenerik sayfasında da bu bilgi ‘Kültür Konseyi Adına Dr. Metin Eriş’ olarak tescillenmiş. Peki, Sayın Eriş gerçekten burada editörlük görevini yaptı mı? En azından gelen metinleri okudu mu? Kendisi okumamış ise bir redaktöre, düzeltmene veya musahhihe okuttu mu? 
Kitaptaki tashih ve bilgi hatalarını gördükçe insanda, bu kitabın değil Dr. Metin Eriş, ilk mektep mezunu biri tarafından dahi okunmadığı kanaati oluşuyor. 
Bu kanaate varmada ‘Trabzon Kültür Hayatının Ünlüleri’ bölümünde yer alan Rahmetli Osman Turan’ın hayat hikâyesindeki iki önemli yanlışın düzeltilmemiş olması delil olarak yeterlidir.  
İlki: “….lise öğrenimini ise Trabzon Lisesi’nde tamamladı.” deniyor.  Daha sonra ise; “Ankara Erkek Lisesi’nde okudu ve edebiyat şubesinden mezun oldu.” ifadesi yer alıyor. Kitap okunsaydı bu çelişki mutlaka düzeltilirdi diye düşünüyorum.
İkincisi: Eğer kitap okunsaydı; “1974 yılında Türk Tarih Kurumu üyeliğinden çıkarılınca bu olaydan çok etkilendi. Ömrünün geri kalan kısmını kitaplarını yazmaya ayırdı” (s. 229) cümlesinden sonra gelen “17 Ocak 1971 tarihinde İstanbul’da vefat etti” cümlesinin yanlışlığı, garabeti görülmez miydi? (Hoca 17 Ocak 1978 tarihinde vefat etti)
Kişilerin doğum, vefat etmişler ise, ölüm tarihleri hayat hikâyelerinde yer alması gereken unsurlardır. Şayet kitap okunsaydı; kitapta biyografileri yer alan Hamamîzâde İhsan, Halil Nihat Boztepe, Peyami Safa, Mahmut Goloğlu, Kâzım İsmail Gürkan gibi kişilerin eksik olan vefat tarihleri tamamlanmaz mıydı?

NETİCE
Kültür Konseyi Derneği tarafından hazırlanan Dr. Metin Eriş’in editörlüğünde Trabzon Valiliği neşriyatı olarak okuyucuyla buluşan ‘Trabzon’ kitabı, maalesef bir önceki ‘Trabzon Folkloru’ kitabı gibi, yanlışlarla, hezeyanlarla dolu, kitap ciddiyetiyle ve devlet ciddiyetiyle bağdaşmayan bir kitap. Öncekinden farkı zarfı… Kapağı, sayfa düzeni, grafik ve tasarımı daha güzel... Ancak, mazruf zarftan çok farklı…
Kitabın içinde hiç mi güzel, kaliteli bölüm yok? Elbette var. Ancak o bölümler, her tarafı dökülmüş, adeta çürümüş bir elbiseye vurulan kaliteli kumaştan yamalara benziyor. O yamalar nasıl ki çürümüş bir elbiseye değer katamıyorsa, naçizane görüşüm, bu bölümlerin de kitaba değer katamadığı yönündedir.
Tanıdığım kadarıyla, Kültür Konseyi Derneği mensuplarının, derneklerinin ürettiği hezeyan dolu bu kitabı benimsemeleri, kabul etmeleri asla mümkün değildir. İktisadi İşletmeleri farklı düşünebilir. Derneğin yapması gereken, ürettiği ve Trabzon Valiliği üzerinden okuyucuya ulaştırdığı, yüksek oranda bilgi kirliliği yapan bu defolu yayını geri çağırması, düzelterek, taahhüt ettikleri titizlikte yeniden üreterek servis etmektir. Trabzon Valiliğinin de mutlaka bu kitabın dağıtımını durdurması gerekir.
Bu vesileyle bir defa daha Sakallı Celâl’in teklifini hatırlatıyor ve medeniyetimiz, kültürümüz adına başta Trabzon Valiliğimizden, bütün kamu ve özel kuruluşlarımızdan, en azından kitap konusunda, ‘Ciddiyet’ ilân etmelerini ve uygulamalarına yansıtmalarını bekliyorum. 
Hem de sabırsızlıkla…      

23 Ekim 2016 Pazar

TRABZON VALİLİĞİ NEŞRİYATI VE DEVLET CİDDİYETİ

TRABZON VALİLİĞİ NEŞRİYATI VE DEVLET CİDDİYETİ

İsmail Hacıfettahoğlu
hacifettah@gmail.com

Devlet yayın yapmalı mı? Kitap veya mecmua gibi neşriyatta bulunmalı mı? Bu sorular zaman zaman sorulmasına, devlet yayıncılığına karşı çıkanlar bulunmasına rağmen Devletimiz merkezi idareleriyle, mülki ve mahalli idareleriyle sürekli yayın yapmaktadır.
Burada sorulması gereken soru şudur: Devlet nasıl yayın yapmalı, bu yayınlar nasıl gerçekleştirilmelidir?
Malûm olduğu üzere devlet; mevzuatıyla, muamelâtıyla, merasimleriyle var olan bir hükmü şahsiyettir. Yaptığı işler de onun ciddiyetine ve mehabetine uygun olmak zorundadır. Peki devletin yaptığı işlerden biri olan devlet neşriyatı nasıl gerçekleştiriliyor?
Oyun başlamadan kurallar konduğu gibi devletimiz yapacağı yayınların kurallarını bir çerçeve yönetmelikle belirlemiş, yayın yapacak devlet kurum ve kuruluşları bu çerçeve yönetmeliği kendi özel durumlarına uyarlayarak çıkarttıkları yönetmeliklerle bu faaliyetlerini sürdürürler.
İşleyiş genelde şöyledir: İlgili devlet biriminin amiri, yayını düşünülen veya dışarıdan yayınlanmak üzere gönderilen kitap veya dergi materyalini ilgili yönetmelik uyarınca oluşturulan Yayın Kuruluna gönderir. Yayın Kurulu bu malzemeyi konunun bir uzmanına incelettirir. Kurul o uzmanının raporunu esas alarak görüşmesini yapar ve kararını verir. Karar müsbetse o devlet biriminin amiri tarafından onaylandıktan sonra icra edilir ve yayın gerçekleştirilir. Tabii ki Kurulun kararına göre şartnameler hazırlanır, usulüne uygun olarak işlem tamamlanır.
Bu prosedürün de mutlaka istisnaları olur, ki vardır. Bu da malûm kaideyi bozmaz.
Ancak devlet lâ yüsel olamaz. Olmamalıdır.  Devlet ciddî bir müessesedir. Aldığı her kararı ciddi müzakereler neticesi alır. Yaptığı her faaliyeti, her icraatı da devlete yakışan ciddiyetle yapar. Özellikle azamî ciddiyet isteyen, sadece güne değil istikbale de matuf olan, devletin görüşünü yansıtan kitap neşriyatının çok daha dikkatle ve özenle yapılması gerektiği açıktır.
Devlet neşriyatında devletin iç ve dış siyasetine ters, kendisini iç ve dış kamuoyunda zor durumda bırakacak, düşmanlarına malzeme olacak görüşler, bilgiler yer almaz.
Bilgi hataları, tashih hataları olmaz. Olursa da asgarî seviyede olur.
Neşriyatta suç teşkil eden, yüz kızartacak intihallere rastlanmaz.
Yayın hedef kitlesine uygun olarak hazırlanır ve estetiğiyle, muhtevasıyla tartışmasız olur. Meselâ, ilmî bir yayında yazımından basımına bulunması gereken, içindekiler, dipnot-son not, kaynakça, dizin gibi unsurlara mutlaka yer verilir.
Bu genel çerçeveden Trabzon Valiliğinin neşriyatına kısaca bir göz atalım.

DÜNYA HARBİ VE TRABZON VALİLİĞİ İNTERNET SİTESİ

Günümüz insanı bilgiye en kısa yoldan ulaşmaya çalışır ve interneti kullanır. Trabzon hakkında bilgi edinmek isteyen yerli ve yabancı kişilerin de ilk başvurdukları kaynaklardan birisi resmî internet siteleridir. Trabzon Valiliği de diğer valiliklerimiz gibi bir internet sitesi oluşturdu. Trabzon tarihi ile alâkalı bilgi edinmek için bu siteye baktım. Karşıma çıkan bilgiler kafamı allak bullak yetti. Dehşete düştüm.
Valiliğin resmî internet sitesinin tarih coğrafya bölümünü yazan görevli, 1868 yılında bir olaydan bahsettikten hemen sonra sözü dünya harbine getiriyor, insanın ağzını açık bırakacak şu cümleleri kuruyor:
“Birinci Dünya Savaşı sırasında, Ruslar Trabzon’a saldırır (14 Nisan 1916). Trabzonlulardan oluşan vurucu güçler (Milis), bu saldırı sırasında gerilla savaşı verirler. Bu sıralarda, cepheye gönderilmek üzere Hamidiye Zırhlısının desteğinde Trabzon Limanına gelen cephane Trabzonlu gençlerce büyük bir heyecan içinde boşaltılıp Maçka’ya taşınır.
Çaykara’da Sultan Murat Yaylasında (10 Haziran 1916), Of’ta Baltacı, Arsin’de Yanbolu Derelerinde Ruslara karşı başarılı savaşlar verilmiş, ancak o yıllardaki koşullar altında düşmanın Trabzon’a girmesine engel olunamaz ve Ruslar 14 Nisan l916 yılında Trabzon’a girer. Rusların Trabzon’da kaldığı bir yıl, on ay, on günlük süre içinde özellikle Rumlar ve Ermeniler, yerli halka büyük işkenceler yaparlar; sayısız insan öldürürler.
1917′de Rusya’da “Bolşevik Devrimi” olur, Çarlık Yönetimi yıkılır. Bunun üzerine Rus ordusunda büyük bir panik başlar. Bu Rusların Trabzon’dan çekilmesine de yol açar. Öte yandan, batıdan doğuya doğru kayan ve Karadağ’da toplanan Türk Çeteleri, Akçaabat’a inerek Yüzbaşı Kahraman Bey’in komutasında üç koldan Trabzon’a doğru yürürler ve 24 Şubat 1918 tarihinde Trabzon’a girer.”     (Bkz.: http://www.trabzon.gov.tr/tarihcaografya)
Vay bee!.. Dünya Harbi ve Trabzon resmî tarihe göre demek böyleymiş!.. Oysa biz bu hususu ne kadar da farklı biliyor muşuz? Ne kadar yanlış şeyler okumuş, dedelerimizden, ninelerimizden ne kadar farklı şeyler dinlemişiz!.. Okuduklarımıza ve dinlediklerimize güvenerek 1914-1918 yılları arasını ‘Trabzon’un tarihindeki en hicranlı yılları’ olarak kabul etmişiz!..
100. yılını idrak ettiğimiz işgal 18 Nisan değil 14 Nisan’mış! Ruslar aynı gün Trabzon’a saldırmış ve hemen almışlar! Harp dediğin de ‘milis’ler tarafından ‘gerilla’ harbi şeklinde olmuş! Meğer Trabzon’un Kurtuluşu da öyle bildiğimiz gibi değilmiş! Yani Trabzon,  Erzincan Mütarekesi gereği, Kurmay Albay Kâzım Bey (Özalp) kumandasındaki 37. Kafkas Fırkası tarafından kurtarılmamış, kurtarma işlemi Yüzbaşı Kahraman Bey’in önderliğinde milisler tarafından gerçekleşmiş!..
Trabzon’un çok yazan bir yazıcısı bir camiin müezzininden kitabında söz ederken; “KTÜ profesörleri kadar ilmi vardı” diye yazmıştı. Bu satırları yazan, yazmakla kalmayıp onları Trabzon Vilâyetinin internet sitesinde devlet görüşü olarak yayınlayacak kadar cesur ve özgüven sahibi bu devlet görevlisini, İnegöl’den Trabzon’a vapur kaldıran KTÜ tarih profesörleri ve yetkililer değerlendirmeli!.. Fahri profesörlük olmasa bile, yakın tarihe bu acayip katkılarından dolayı en azından bir fahri doktora unvanı hak etmiş olmalı!..
İdarî yönden de herhalde ‘görev ihmali’,’görev kusuru’ gibi disiplin hükümlerine değil, ödül hükümlerine tabii olmuştur.
Geçelim ve bu yazıyı yazmamıza vesile olan Trabzon Valiliği neşriyatından, devlet ve kitap ciddiyetiyle bağdaştıramadığımız iki kitap üzerinde duralım.

TRABZON VALİLİĞİNİN ‘BÜTÜNCÜL YAPIT’I ‘TRABZON FOLKLORU’ VE CİDDİYET




Trabzon Valiliği’nin 2 numaralı kitabı ‘Trabzon Folkloru’… Yazarı Haydar Gedikoğlu.  2016 İstanbul basımı.  Ansiklopedik boyda 512 sayfalık kitabın kapağında, Karadeniz’i çağrıştırsın istenmiş ki, kara renk hâkim.  Birinci hamur kâğıda renkli basılı kitap, yer yer abartılı da olsa, bol görsel malzeme ile desteklenmiş.
Kitabın kapağını açtığımızda jenerik sayfasının hemen ardından karşımıza Trabzon Valisi Sayın Abdil Celil Öz’ün imzasını taşıyan ‘Sunuş’ çıkıyor. Sayın vali ‘Sunuş’ yazısında, folklor ve bizde yapılan folklor çalışmaları hakkında bilgi verdikten sonra sözü Trabzon folkloru üzerine yapılan çalışmalara getiriyor. Bugüne kadar yapılan çalışmaları hem az sayıda ve hem de yetersiz buluyor. Ona göre; Trabzon folkloru bugüne kadar ‘bütüncül bir çalışmaya konu olamamıştır.’
Sayın vali bu tesbiti yaptıktan sonra kitabı ve yazarını okuyucuya şöyle tanıtıyor:
 “Bu bağlamda yaşamının yarım asırlık kısmını Trabzon folkloruna adamış, bu konuda derlemeler yapmış, eserler yayımlamış, ilimizi ulusal ve uluslararası folklor etkinliklerinde temsil etmiş değerli eğitimci Haydar Gedikoğlu’nun birikimini bir kitaba dönüştürmeyi Valilik olarak bir tür kadirşinaslık örneği olarak gördük. Gedikoğlu’nun Trabzon folkloruna dair elinizdeki bu eseri, bu alanda yapılmış ilk bütüncül çalışma olması bakımından önemli bir boşluğu dolduracak ve bu alanda yapılacak daha kapsamlı akademik ürünlere zemin hazırlayacak niteliktedir.”  (s. 3)
Sayın valinin folklor ve özellikle de Trabzon folkloru konusunda şahsî birikimi olduğunu sanmıyorum. Burada serdedilen görüşlerin ve yapılan tesbitlerin bir uzman raporuna dayandığını düşünüyorum. Tartışılır bulsak da bunlara sözümüz yok.
Sayın valinin yazar hakkında verdiği bilgilere gelince, bu bilgiler mutlaka devletin hafızasından derlenmiş ‘sunuş’a konmuş olmalı. Yani Vilâyet arşivinde veya bağlı birimlerin arşivlerinde bulunan konuyla alâkalı, kişinin özlük dosyası gibi, arşiv materyali değerlendirilmiş buradan elde edilen bilgiler okuyucuyla paylaşılmış.
Şayet böyle değilse, Sayın Valinin yazarla olan özel dostluğu neticesi bu bilgilere ulaştığı ve kanaatlerini okuyucuyla paylaştığı anlaşılır. Bunun dışındaki ihtimaller rahatsız edici olur ve ‘Devlet haysiyeti’ ve ‘ciddiyeti’ açısından sorgulanması gerekir.
Devletimizin mümtaz bir valisi, bir kitap yazarı için, elinde bilgi-belge olmadan, ‘yaşamının yarım asırlık kısmını Trabzon folkloruna adamış’,’ bu konuda derlemeler yapmış’,’ ilimizi ulusal ve uluslararası folklor etkinliklerinde temsil etmiş değerli eğitimci’ ifadelerini kullanmamalı. (Ki sayın yazar tarafından kitabın sonuna konan biyografide ‘ulusal’ ve ‘uluslar arası temsil’den söz edilmiyor.)
Burada akla, ‘acaba bir oldubittiyle kitaba sayın valinin imzasını taşıyan böyle bir sunuş mu kondu?’ sorusu geliyor.
Sunuş’taki övgüleri ve değerlendirmeleri bir yana koyalım ve Ziya Paşa’nın meşhur
“Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz.
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde”
 beytini esas alarak ‘Trabzon Folkoru’na bakalım.
Önce ‘İçindekiler’ ve ‘Kaynakça’…

KİTABIN İÇİNDEKİLERİ GİZLEYEN ‘İÇİNDEKİLER’İ

6 ve 7. sayfalarda kitabın içindekileri adeta gizleyen 2 sayfalık ‘İçindekiler’ bölümü karşımıza çıkıyor. Zaten sistematiği, belli bir düzeni olmadığı ilk bakışta anlaşılan 516 sayfalık ‘bütüncül yapıt’ın içinde çok sayıda başlık göze çarpıyor. Bunlardan ancak 26 başlık, özensiz, dikkatsiz bir şekilde, şişirilerek ‘İçindekiler’e girebiliyor. Diğer başlıklar ise dışarıda kalıyor.
Kitabın içindeki başlıkların onda birini bile yansıtmaktan uzak bu bölümü maalesef kitap ciddiyetiyle bağdaştırmak mümkün değil.

KAYNAKÇA VE KAYNAKLARIN KULLANIMI

Malûm olduğu üzere bilimsel eserlerde kaynakça önem arzeder ve genellikle kitabın sonuna konur. Bu kitapta da kaynakça 505 ve 506. sayfalarda düzenlenmiş. Ancak, son derece baştan savma, özensiz, dikkatsiz, ciddiyetten uzak bir şekilde…
Şöyle ki;
1 – Kaynakçalar bilindiği gibi birkaç tarzda düzenlenir. Yazar bu tarzların hiçbirine riayet etmemiş. İlk olarak kitap adıyla başlamış (Ağasar Çepni Kültürü), ikinci kaynağa kişi adıyla devam etmiş (Ahmet Adnan Saygun),  Bir müddet sonra yazarlar soyadlarıyla sıralanmaya başlamış, (BORATAV, Pertev Naili), daha sonra tekrar isme dönülmüş (Fethi Gedikli)…
2 – Yazarlara kitaplarda olmayan sıfatlar ilâve edilmiş. Meselâ Adnan Saygun’un 1937’de Numune matbaasında basılan 71 sayfalık ‘Rize, Artvin ve Kars Havalisi Türkü, Saz ve Oyunları Hakkında Bazı Malumat’ adlı eserinin kapağında adı A. Adnan Saygun olarak yer almaktadır. Yazar isme Prof. Dr. Sıfatı da ilave etti ki, müzik tarihimizde önemli bir yere sahip olan merhumun 1985’te ‘sanatçı profesör’ unvanı aldığını biliyorduk, ancak doktorasının olduğunu bu sayede öğrenmiş olduk!
Ahmet Caferoğlu İstanbul Üniversitesi hocası olmasına, kitabının üzerinde adının önüne ‘Prof. Dr.’ sıfatı konmasına rağmen, kaynakçada bu sıfat yer almıyor. Ancak kitabı, iki defa kopyalandığından olsa gerek, mükerrer yer alıyor. İkisinin sonunda da ne hikmetse ‘s. 25, 26’ ibaresi gözüküyor.
3 – Bazı kaynakların baskı tarihleri yazar adlarından sonra parantez içinde verilmiş. Tabii bu da kaynakçalarda ve dipnotlarda kullanılan bir tarz. Yazarın her hangi bir tarzı benimsemediği çok açık. Her tarzdan bir parça alması ise,  değişik kaynaklardan kopyala/yapıştır tekniği (!) ile kitabını oluşturmasından kaynaklanabilir.
4 – Kaynakçalarda metinde istifade edilen kaynaklar düzenli bir şekilde yer alır. Elimizdeki bu iddialı ‘bütüncül yapıt’ta ise intihal yapılan kaynaklar şöyle dursun, bizzat metinde adı geçen eserlere bile kaynakçada yer verilmemiş.  Mahmut Ragıp Kösemihal, Hamamizâde, Ahmet Vefik Paşa, Şâkir Şevket, Ksenefon’un … ilh.eserleri gibi…
Meselâ;
Hamsiname’nin kapağı kitabın 71. sayfasına fon oluştururken, yazarından mehazlı-mehazsız çok miktarda alıntı yapılmasına rağmen Hamamizade ne kitabıyla ne de yazılarıyla kaynakçaya giremedi.
Mahmut Ragıp Gazimihal’in Türk Halk Oyunları Katalogu adlı eserinden alıntı yapılmasına (s. 133) rağmen eser Kaynakça’da yok.


TRABZON FOLKLORU ÜZERİNE BUGÜNE KADAR YAPILAN ÇALIŞMALARA KISA BİR BAKIŞ

Gedikoğlu’nun düzensiz ve yetersiz ‘Kaynakça’lı kitabını daha iyi değerlendirebilmek için Trabzon folkloru üzerine yapılan çalışmalara bir göz atalım.
Trabzon folkloruyla ilgili ilk çalışmaları yapanların arasında, Trabzon’la alâkalı hemen her konuda olduğu gibi, karşımıza Hamamizâde İhsan çıkar. O, ya bizzat ‘Hamsiname’ gibi yapandır, ya ‘Trabzon Kitabeleri’ gibi yardımcı olandır, ya Ahmet Caferoğlu’nun eserinde olduğu gibi teşvik eden, destekleyendir.
Bilâl Aziz Yanıkoğlu’nun, sahanın uzmanı Fındıkoğlu Ziyaeddin Fahri’nin takriziyle 1943 yılında neşrettiği, ‘Trabzon Havalisinden Toplanmış Folklor Malzemeleri’ eseri bu vadideki kitaplaştırılmış ilk derleme çalışması sayılır. Hemen ardından Oflu Necati Balaşoğlu’nun ‘Karadeniz Destan ve Deyişleri’ kitabı çıktı.
Trabzon folkloru üzerine ilk ilmî çalışmayı Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu’nun yaptığı söylenebilir. İstanbul Üniversitesi hocası olan Caferoğlu 1945 yılı yazında, üniversitenin teşvik ve himayesinde bölgeye gelerek 6 ay boyunca, Ordu’dan Rize’ye kadar olan bölgede ilmî metotlarla yoğun bir derleme çalışması yapmıştır. Bu çalışma, 1946 yılında Türk Dil Kurumu tarafından, ‘Kuzeydoğu İllerimiz Ağızlarından Toplamalar Ordu, Giresun, Trabzon, Rize ve Yöresi Ağızları’ adıyla kitap olarak neşredildi.  Kitabın Trabzon’a ayrılan bölümünde (131-256 sayfalar arası) Trabzon’dan usulüne uygun olarak derlenmiş, türkü, mani, masal, efsane gibi folklor malzemesine, kaynak kişileri de belirtilerek transkripsiyonlu bir şekilde yer verilmiştir. Bu eserde yer alan bölüm, Trabzon sözlü halk kültürünün bu tarihe kadar kurallara uygun olarak yapılmış en geniş derlemesidir.
Hamsinâme’den sonra Fındıknâme
Fındık üzerine onlarca eser yazan Kemal Peker 1955 yılında, kardeşi Orhan Peker’in desenleriyle neşrettiği Fındıknâme’sini merhum İhsan Hamamî’ye; “Mektepte şakirdi olduğum hocam, hayatta hürmetkârı olduğum üstadım, aynı şehirli olmak bakımından hemşehrim….” İfadeleriyle ithaf eder. İstanbul Maarif Kitaphanesi neşri olan 128 sayfalık eserde bölgenin temel ürünlerinden fındığa aid folklorik malzeme vardır.
Yakın Zamanlarda Yapılan Neşriyattan
Trabzon folkloru üzerine son yıllarda epeyce kitap çıktı. Bunlar arasında Prof. Dr. Ali Çelik’in Şalpazar/Ağasar ve Çaykara halk kültürü üzerine iki ayrı derleme eseri (Trabzon Şalpazarı Çepni Kültürü, Trabzon Valiliği Yayını, Trabzon 1999, 608 s. – Çaykara Halk Kültürü, İstanbul 2005, 365 s.) ile 2005 yılında Akçağ Yayınevinden çıkan 526 sayfalık ‘Manilerimiz ve Trabzon Manileri’ adlı kitabını görüyoruz.
Bu sahada çalışma yapan bir başka akademisyen ise Prof. Dr. Necati Demir. Prof. Demir sahaya çıkarak topladığı malzemeyi kaynak kişisi, yeri ve tarihiyle kaidesine uygun olarak tesbit ederek üç cilt halinde toplam 1349 sayfa hacminde neşretmiştir. Prof. Dr. Necati Demir’in 2006 yılında Gazi Kitapevi yayınları arasında çıkan bu eserinin adı ‘Trabzon ve Yöresi Ağızları’dır.
Merhum Tevfik Vural Ciravoğlu’nun 1940’lı yıllarda İnan Mecmuası’nda neşredilen folklor yazılarını esas alan çalışmasının Trabzon Araştırmaları Vakfı’nca 2009 yılında ‘Trabzon Folkloru’ adıyla kitaplaştırılması sahaya ayrı bir zenginlik katmıştır.
Trabzon folkloru üzerine dikkate değer çalışmalar yapan bir başka isim ise Dr. Mustafa Duman’dır.  Mustafa Duman daha önce değişik yerlerde çıkan yazılarını da bir araya getirerek kitaplaştırdı. ‘Trabzon Halk Kültürü’ adını taşıyan 656 sayfalık eser 2011 yılında Heyamola yayınları tarafından okuyucuyla buluşturuldu.
Abdullah Gülay’ın 2001 yılında Geyikli Belediyesi yayını olarak çıkan ‘Ağasar Kültürü’ adlı eseri ise çok zengin folklor malzemesine sahiptir. Hasan Kalyoncu’nun 2010 yılında yayınladığı yoğun emek mahsulü ‘Tonya’ adlı kitap da yörenin zengin folklor malzemesini ihtiva eden kaynak eserlerdendir.
Bunların dışında; Haşim Karpuz gibi, M. Reşat Sümerkan gibi çok sayıda kişi tarafından makale olarak yazılmış dergilerde, gazetelerde ve internet sitelerinde neşredilmiş, tebliğ olarak sempozyumlarda sunulmuş, tez olarak kabul edilmiş Trabzon folkloruna ait çok sayıda çalışmalar vardır.
Trabzon Valiliğinin bu çok iddialı ‘bütüncül’ (ne demekse) Trabzon folkloru kitabında en azından bu çalışmaların bibliyografyasını, bir dökümünü görmek isterdik.

MUHTEVA

Kitabın muhtevasına baktığımızda karşımıza, çeşitli yazılı kaynaklardan deforme ederek, çoğunlukla kaynak gösterilmeden yani intihalle alınan, tekrarlarla şişirilen, yazar tarafından yapılmış folklor ilmine uygun tek bir derlemenin bulunmadığı, tashih ve bilgi hatalarıyla dolu bir kitap çıkıyor. Yazar kitabının önemli bir kısmını bazı internet sitelerini yağmalayarak, kopyala/yapıştır tekniğiyle (!) oluşturmuş. Bunların mehaz gösterilmesi şöyle dursun, çoğunluğunun kaynakçada bile adları geçmiyor.
Yağmalanan internet sitelerinden birisi Karadeniz kültürünü yansıtmaya çalışan Serander…  Meftun Şengün’ün Serander’ini hangi fedakârlıklarla kurduğunu, içindeki ürünleri ne zahmetlerle temin ettiğini bilenlerdenim. Bu ürünlerin kıymetini bilen Meftun Bey, onları korumak için kendince tedbirler de almıştı. Sayfaları kopyalanamıyordu. Her ürünün altına da; ‘Her hakkı saklıdır. Yazarının ve Serander.Net’in izni olmaksızın alıntı yapılamaz, kullanılamaz’ ibaresini koymasına rağmen Serander’i yağmalandı.
Folklor ilmine göre derlenmemiş, -ki derlemelerde künye; yani yer, tarih, derlenen kişi mutlaka belirtilmesi icap eder- başkaları tarafından derlenen malzeme ve bilgi, o kaynaklar çoğunlukla mehaz dahi gösterilmeden, bir kısmı bozularak (Yazar, nesirlere müdahalesini bir başka kitabında; ‘…anlatımını ve özgünlüğünü bozmadan birkaç ekleme ve çıkarma yapıldı’ ifadesiyle masum göstermeye çalışmıştı. Bkz.: Gedikoğlu, Doğu Karadeniz…, s. 193), değiştirilerek kitaba konmuş. Kitabın birçok yerinde bölge insanı; adetlerinden, inançlarından, dini uygulamalarından dolayı aşağılanmış, tahkir edilmiş.
Yörenin tarihini, coğrafyasını, takvimini bilmediği anlaşılan bu yazar, oluşturduğu bu defolu malzemenin değişik versiyonlarını, maalesef çoğu kamu kuruluşlarında, defalarca kitap olarak neşretti. İltifat ve itibar gördü. Bu kitapların sadece bir tanesi özel yayınevi tarafından neşredilmiştir ve yayına hazırlayanın ciddiyetini taşıdığından dipnotludur. (Bkz.: Haydar Gedikoğlu, Doğu Karadeniz Masallar Öyküler Söylenceler Destanlar, Yayına Hazırlayan Veysel Usta, Trabzon 2008)

KAYNAKLARI KULLANMA

Kitaptan yazarın kaynakları usulüne uygun kullanmayı bilmediği anlaşılıyor. Birkaç örnek:
M. R. Gazimihal’den alıntı var. Ancak eserin adı var, künyesi ve sayfa numarası yok. (s. 133) Aynı sayfada Ahmet Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmanî’sinden alıntı da var, usulüne uygun not yok.
Anabasis’ten mehaz var kitabın künyesi yok, sayfası yok. (s.156)
Şakir Şevket’in Trabzon Tarihi mehaz gösteriliyor. Ancak künye, sayfa yok. (s. 162)
Mustafa Duman’ın kemençenin Fransa’dan geldiğine dair görüşüne yer veriliyor. Ancak kaynağı belirtilmiyor. (s. 188)
“İsmail Gökmen, 16-18 Nisan 2006 günleri arasında Trabzon Türk Ocağı tarafından düzenlenen ‘Uluslararası Trabzon ve Çevresi Tarih ve Kültür Sempozyumu’nda okuduğu bildiride…” (s. 363) deniyor. Bu sempozyumda sunulan bildiriler kitap olarak neşredilmesine rağmen yazar, ne bildirinin adını, ne de sempozyum kitabında yer aldığı sayfayı zikrediyor. Kaynakça’da da yok.
Ahi Evren’i anlatırken iktibas yaptığı kaynağı; “Araştırmacı Özhan Öztür’ün (Öztürk olacak İH) hazırladığı ‘Karadeniz Ansiklopedik Sözlük’ adlı kitabın ikinci cildinde…” (s. 433) şeklinde veriyor. Kaynağın künyesi, sayfa numarası yok. Kaynakça’da da yok.
Aynı sayfada; “Onunla kaynaklarında buna benzer başka yazılarla da karşılaşılıyor” (s.433) anlamsız, garip ifadeden sonra, nereden alındığı belli olmayan Ahi Evren Camii ile alâkalı tırnak içinde bilgi veriliyor.

MEHMET ÂŞIK VE HAMSİ

Sayın yazar, ‘Hamsi Vurdu Karaya’ başlığı açıyor. Bu başlık altında tarihimizde ilk seyahatnâme yazarı Trabzonlu Mehmet Âşık’tan, Evliya Çelebi ve Kâtip Çelebi’den söz ediyor.
“Trabzonlu bilgin Mehmet Aşık’tan günümüze…”, “Trabzonlu şair ve düşünür Mehmet Aşık’ın (doğum 1555) Menazir’ül Avalim’inde…” demesine rağmen, ne söz konusu eserden, ne de Cihannüma’dan hamsiye dair hiçbir şey aktaramıyor.  Seyahatnâme’den hamsiye dair bilinen dörtlüğü okumakla yetiniyoruz. (s. 67)
Okuyucu, yazarın ‘bilgin’, ‘şair ve düşünür’ sıfatlarını verdiği, eseri yüzyıllar sonra Prof. Dr. Mahmut Ak tarafından basılı hale getirilen müellifin hamsi hakkında yazdıklarını okumak istemez miydi?
Oysa bu hususta yazarın yapması gereken basitti. O da; TTK tarafından 3 cilt olarak basılan, maalesef hak ettiği ilgiyi görmeyen, bu değerli eseri temin ederek ilgili bölümü okuyucusuyla paylaşmaktı.

YAZAR YAŞADIĞI COĞRAFYAYI TANIMIYOR TARİHİNİ YETERİNCE BİLMİYOR

Trabzon Folkloru kitabı incelendiğinde yazarın Trabzon’un coğrafyasını ve tarihini böylesi bir çalışmayı yapacak kadar bilmediği anlaşılıyor. Kitabın her tarafına yansıyan bu eksikliğin en barizlerinden birisi ‘Sargana Destanı’nda ortaya çıkıyor.
Sargana hadisesi malûm… Muhtemelen, H.28 Ramazan 1225/M. 28 Ekim 1810 tarihinde Rus donanması bölgeyi işgal etmek üzere Akçaabat’ın batısına, Sargana/Sarhana Burnu’na çıkartma yapar. İşgal harekâtı, askerî birlikler ile kadın erkek yöre halkının kahramanca karşı koyması neticesi Rusların hezimetiyle neticelenir.
Gedikoğlu bu savaşa, ‘Sargana Destanı’ başlığı altında kitabında yer veriyor. Tashih hatalarından yazarın başka kitaplarından özensiz bir şekilde taranarak aktarıldığı anlaşın bu bölümde şöyle deniyor:
 “Savaşa katılmak için Rize’den, Of’tan, Sürmene’den yola çıkanlar Yanbolu deresine, Maçkalılar Sülüklü’ye, Tonyalılar Söğütlü’ye, Tirebolu, Görele ve Vakfıkebirliler Şalpazarı’na vardıklarında zafer haberini alarak sevinçle geri döner.” (s. 225)
Acaba Tirebolulular, Göreleliler, hele hele Vakfıkebirliler Akçaabat’ın Sargana’sına gitmek için neden ‘Şalpazarı’na varırlar’?! Yoksa Şalpazarı 1810 yılında Vakfıkebir Akçaabat arasında mıydı? Bu ifade maalesef sadece burada değil, yazarın daha önceki kitaplarında da aynen yer alıyor. (Bkz.: Haydar Gedikoğlu, Doğu Karadeniz Masallar Öyküler Söylenceler Destanlar, Serander Yayınları, Trabzon 2008, s.174, H.Gedikoğlu, Efsane ve Halk Hikayeleri, Trabzon 1998, s. 92, H. Gedikoğlu, Akçaabat, Trabzon 1996, s. 63)
Sargana/Sarhana muharebesini en geniş şekilde merhum Muzaffer Lermioğlu Akçabaat Tarihi adlı eserinde anlatmıştı. Yazarın bilgileri bu eserden bozarak, deforme ederek aktardığı net olarak anlaşılıyor.
Peki Lermioğlu bu hususta ne demişti? İfade aynen şöyle:
“Rize, Of, Sürmene halkı Yambuli deresine, Tonyalılar Kalanima köyüne, Görele, Tirebolu halkı da Vakfıkebir ilçesinin Ağasar bucağına ulaşmışlardı.” (Bkz.: Muzaffer Lermioğlu, Akçaabat Tarihi ve Birinci Genel Savaş Hicret Hatıraları, İstanbul 1949, s. 127)
Buradaki Ağasar bucağından, yani Akhisar nahiyesinden murat, Akhisar deresi vadisinde ve civarındaki yerleşimlerin bulunduğu, muhtemelen merkezi Şarlı’nın (Beşikdüzü) olduğu bölgedir. Görele’yi ve Tirebolu’yu vilâyetlerine bağlayan yol güzergâhı da buradan geçmektedir. Şalpazarı malûm olduğu üzere bu güzergâhın güneyine düşer ve istisnalar hariç, adı geçen yörelere mensup insanların Akçaabat’a giderken yolu buradan geçmez.
Yazar işgüzarlık yaparak Lermioğlu’nun bu ifadelerini değiştirerek kitabına almış. ‘Maçkalılar Sülüklü’ye’ ifadesini eklemiş, Tonyalıları da Kalanima yerine Söğütlü’ye indirmiş. Vakfıkebir’in bucağı Ağasarı da Şalpazarı’na çevirmiş. Yetmedi, batıdan doğuya Akçaabat’a harbe gitmekte olan Görele ve Tirebolulularla Vakfıkebirlileri, Vakfıkebir’in güneybatısındaki Şalpazarı’nda buluşturmuş. Böylelikle Akçaabat’a giden Vakfıkebirlilerin yolu Şalpazarı’ndan geçmiş!... Oysa Rus donanması Sargana’dan önce Vakfıkebir’e taarruz etmişti. Vakfıkebirliler, çıkartmanın hemen ardından Sargana’ya ulaşmışlar ve muharebeye katılmışlardı.
Folklor araştırmacısının araştırdığı yörenin tarihini, tarihi coğrafyasını, yol güzergâhlarını bilmesi gerektiği aşikârdır. Yoksa bu gibi komik durumlara düşer, bilgi kirliliğine sebep olur.
Burada sayın yazarın kaynakları doğru kullanamadığı ve yaptığı işi ciddiye almadığı da net bir şekilde görülüyor.  Şayet Lermioğlu’nun eserini doğru okusaydı, yaptığı işi ciddiye alsaydı ortaya bu garabet elbette ki çıkmazdı.
Folklor ilminin beynelmilel kaidelerinden birisi, folklor araştırmacısının araştırma yaptığı bölgenin tarihini, coğrafyasını bilmesi gerektiğidir. Tabii ki kaynakları incelemesi, okuması, okuduğunu da anlaması gerekir. Yazarın bu hususlardaki eksikliği ortada…
Konuyla alâkalı son yıllarda yapılan iki değerli çalışma; Mehmet Bilgin’in “1810 Yılında Ruslar’ın Trabzon’u İşgali Girişimi’ adlı tebliği ve Zehra Topal’ın ‘Sargana’dan İşgale Akçaabat’ kitabı, yazar tarafından ya görülmedi, ya da ciddiye alınmadı. (Bkz.: Mehmet Bilgin, 1810 Yılında Ruslar’ın Trabzon’u İşgali Girişimi, Trabzon ve Çevresi Uluslar arası Tarih-Dil-Edebiyat Sempozyumu Bildirileri, Cilt 1, Trabzon Valiliği İl Kültür Müdürlüğü yayını, Trabzon 2002, s. 316-326-Zehra Topal, Sargana’dan İşgale Akçaabat, Akçaabat Belediyesi Yayını, İstanbul 2012)
  
KİTAPTAKİ İNTİHALLERE ÖRNEKLER

‘Trabzon Folkloru’ adlı Trabzon Valiliği yayını bu kitap, büyük ölçüde konuyla alâkalı neşriyattan derlenmiş. Hem de çoğunlukla kaynak gösterilmeden, suç işlenerek, yani intihal yapılarak… Burada fazla detaya girmeden yazarın yaptığı intihallere birkaç örnek vermek istiyorum.
Kitabın “Destanlar” bölümünden iki paragraf:
“Doğu Karadeniz’de gerek Osmanlı döneminde, gerek Millî Mücadele yıllarında,gerekse Cumhuriyet döneminde halk ve hükümet tarafından eşkıya olarak nitelendirilenler arasında Tirebolulu Hoçuroğlu Hüseyin; Fatsalı Hekimoğlu İbrahim, Lâz Mehmed; Ünyeli Gürcü Deli Reşid; Giresunlu Fahir, Kara Mahmud, Goloğlu Anzırlı Mehmed, Bulancaklı Hacı Velioğlu Nuri Efendi; Rizeli Sandıkçı Şükrü; Tonyalı Şişmanoğlu Ahmed, Reşadiyeli Güpür Mehmed; Şalpazarlı Kadiroğlu Ali Osman; Keşablı Tomoğlu İsmail ve Micanoğlu Hüseyin sayılabilir.
Bu dönemlerde gayrimüslim eşkıyalara da rastlanır. Bunlar arasında Rum Yanidis, Yanidisoğlu Haçika, Sarı Yani’yi, Ermeni Haçik’i saymak mümkündür.” (s. 223)
Bu iki paragraf noktası virgülüyle Ayhan Yüksel’in  ‘Giresunlu Ünlü Eşkıya Micanoğlu Hüseyin’ makalesinden kaynak gösterilmeden alınmıştır. Ülkemizin mahalli tarih ve folklor sahasında en titiz ve en çalışkan araştırmacılarından biri olan Ayhan Yüksel Bey bu makalesini 2005 yılında neşrettiği ‘Doğu Karadeniz Araştırmaları’ adlı kitabına da aldı. (intihal edilen kısım için bkz.: Ayhan Yüksel, Doğu Karadeniz Araştırmaları, İstanbul 2005, s.124)
 ‘Maçka/Soldoy Köyü Horonlar’ ve ‘Horon Soldoy’da Bir Başka Oynanır’ başlıklı bölümler Aclan Sezer Genç’in www.horonevi.com sitesinden ufak rötuşlarla kaynak gösterilmeden aktarılmış. (s. 182-183) Resmen intihal.
“… Sait Aydemir’in yazdığı kitaplardan okuyabiliriz:” diyerek iktibas yapıyor. “Kitaplardan…”!!! Kitap adı, künyesi, sayfası gerekmiyor. (s. 182) (Yazarın bu bölümü http://horonevi.com/e/macka-bicak-horonu/ sitesinden kopyaladığı anlaşılıyor ve bu site Kaynakça’da yok)

ÜNLÜ TÜRKÜCÜLER

Bu başlık altında bazı sanatçıların hayat hikâyelerine yer veriliyor. Bu bölüm de kitabın bütününde görülen arızalarla malûl. Bir biyografide olması gereken unsurlardan mahrum…
Kimi sanatçının doğum tarihi, kimisinin ölüm tarihi yok. 26 Şubat 2010 tarihinde vefat eden Cemile Cevher Çiçek’in ölüm tarihi 2016 yılında neşredilen resmî bir yayında yer almalıydı. (s. 212) Erkan Ocaklı’nın hayat hikâyesini okuyanlar doğum tarihini ve yerini öğrenmek istemezler miydi? (s. 213) Erkan Ocaklı merhumun Arhavili bir ailenin çocuğu olarak 1949 yılında Maçka’da dünyaya geldiğini öğrenmek çok mu zordu?
Süreyya Davulcuoğlu biyografisinde; “Aynı yıl Ankara Radyosu’nda istisna sanatçı olarak göreve başladı” deniyor. ( s. 212) TRT radyolarında ‘istisna sanatçı’ diye bir sanatçı kadrosu yoktur. Sanatçılar ya kadrolu, ya da istisna akdiyle istihdam edilirler. Anlaşılan Süreyya Davulcuoğlu da mahalli sanatçı olarak istisna akdiyle Ankara Radyosu’nda görev yapmış.
‘Karadeniz Halk Müziğinin Çağdaş Boyutu’ başlığıyla yer verilen bölümde Üç Hüreller, Fuat Saka ve Volkan Konak anlatılıyor. Bu bölümün kitabın muhtevasıyla bağdaşmadığı ortada… Fuat Saka’nın aynı fotoğrafının büyükçe iki ayrı versiyonuna yer verilmesi (s. 219-220), Volkan Konak’a da aynı kıyağın yapılması (s. 221)izaha muhtaç…
Saffet Genç’in hayat hikâyesi;  Aytekin Akay’ın Serander.net’teki ‘kemençe Üstâdlarımızdan Bir Portre: Saffet Genç” röportajından (bkz.: http://www.serander.net/roportajlar/814-kemence-ustadlarimizdan-bir-portre-saffet-genc.html )mehaz gösterilmeden, özensiz, dikkatsiz alınan parçalardan oluşturulmuş. (s. 202)Ona rağmen Saffet Genç’in doğum tarihini kitaptan öğrenemiyoruz. Anlaşılan kitabın müellifi röportajı sonuna kadar okumak zahmetinde bulunmamış. Okumuş olsaydı herhalde buradaki “1941 Maçka Soldoy (Sevinç) köyü doğumlu” ifadesini görür, sirkat eder ve kitabına koyardı.
Akçaabatlı olan ve ömrünün tam yarım yüzyılını folklora adayan Akçaabatlı yazar Akçaabat’ın Çayırbağı Köyünden (şu an Düzköy’e bağlı) kemençeci rahmetli Şevket Köroğlu için verdiği bütün bilgi üç kelime: “yakın yıllarda öldü” (s. 195)

KARADENİZLİ MÜBADİL KEMENÇECİLER

Bu acayip folklor araştırmacısı yazar, yarım yüz yılda Trabzonlu 7 kemençe sanatçısı hakkında ancak bilgi toplayabilmiş. Onlar da son derece sığ, oradan buradan aşırma… Açtığı “Karadenizli Mübadil Kemençeciler” başlığı altında ise Yunanistan’daki tam 16 kemençeci hakkında son derece usta işi değerlendirmelerde bulunuyor. “Karadenizlinin iç dünyasını ustaca yansıtan”, “Kusursuz çalma sitilinden dolayı ‘Kemençenin Patriği’ denilen”, “genç kuşağın en parlak yıldızlarından”, “yeni kuşak kemençecilerin parlayan yıldızı”… v.s..v.s.(s. 205)
Anlaşılan yazar uzmanlığını mübadil kemençecilere saklamış!..  Ancak bu ifadeler bize pek de yabancı gelmedi. Bu ifadeler sanırım Özhan Öztürk’ün Karadeniz Ansiklopedisi’nden bire bir alınma… (O Ansiklopediye dair kanaatlerimi neşrinden hemen sonra belirttiğimden burada tekrarlamayacağım. Merak edenler http://ismailhacifettahoglu.blogspot.com.tr/2009/11/macka-yollari-atinaya-mi-cikar-yahut.html okuyabilirler.) Veya bu ansiklopediden aktaran internet sitelerinden ‘kopyala-yapıştır’ tekniğiyle alınmış. (Meselâ  http://kralkemenceci.tr.gg/KEMENCE-USTADLARI.htm sitesinden) Hem de mehaz gösterilmeden, kanuni mecburiyetleri hiçe sayarak, haydarâne bir şekilde sirkat edilerek…
Kitabın ciddiyetiyle alâkalı bir başka husus da 16. Mübadil kemençeci anlatılırken hiç alâkasız üç cümle olarak karşımıza çıkıyor:
“Doğu ve güneydoğu Rize ile Artvin iç kesimlerine denilebilir. Bu yörelerin kıyı kesimlerinde kemençeyle tulum yan yana yürür. İç kesimlerindeyse tulum kemençenin önüne geçer.”  (s. 205)
Tabii kes-yapıştırla oluşturulan resmî yayında bu tür kazalar da her halde kaçınılmaz oluyor!..

KEMENÇE SANATÇISI HÜSEYİN DİLAVER NE ZAMAN ÖLDÜ?

Söz konusu kitapta mehaz gösterilmeden Hüseyin Dilaver’in 1906’da doğduğu, vefatı ise, artistik ifadeler kullanılarak “Bunca yıl coşup çağlayan, çevresine neşe ve sevinç dağıtan yorgun yüreği 1962 yılında durdu” şeklinde veriliyor. (s. 196) Oysa nüfus kayıtlarında 1910 doğumlu gözüken Hüseyin Dilaver’in 1964 yılında vefat ettiğini Mustafa Duman oğlu Fahrettin Dilaver’i kaynak göstererek belirtiyor. (Bkz.: http://www.serander.net/karadeniz-kulturu/halkbilim-folklor/1573-kemence-sanatcisi-huseyin-dilaver-uzerine.html)

TEKRARLAR TEKRARLAR

Kitapta çok miktarda tekrar göze çarpıyor. Bu tekrarların bir kısmı özensizlikten, bir kısmı ise kitabın hacmini artırmak arzusundan olsa gerek... Sadece birkaç örnek:
- ‘Trabzon’dan çıktım’ diye başlayan türkü ‘muhacirlik türküsü’ başlığı ile 49. Sayfada veriliyor. Aynı türkü birebir aynı şekilde 232-233. sayfalarda tekrarlanıyor.
- Yavuz’a ve Midilli’ye yakılan türküler ‘savaş Gemileri’ başlığı altında sayfa 65’te verildikten sonra, ‘Muhacirlik Destanı’ başlığı altında sayfa 229, 230, 231’de aynen tekrarlanıyor.
- Enişte asma türküleri de bire bir tekrarlanmış. Belli ki iki kez ‘yapıştırılmış’. (s. 363-364)
- ‘Hayde gidelim hayde’ türküsü ise aynı sayfada,  aynı teknikle iki kez yer aldığı belli. (s. 372)

RUMCA VE ERMENİCE TÜRKÜLER

Yazar nedense böyle bir başlık açmak ihtiyacı hissetti. Ancak başlığın altına 12 kıta Rumca türkü koyabilmiş. Latin ve Grek alfabesiyle yazılan türkülerin yazar tarafından derlenmediği, kaynağı belirtilmeden bir yerlerden alınarak kitaba konduğu çok açık. Başlığa koyduğu ‘Ermenice’ ifadesi ise altı boş bir şekilde havada kaldı. Sallanıyor. (s. 108)
HOROM MU KUMUL MU?
Yazar Horon Üstüne Çeşitlemeler başlığı altına horon ile ilgili ‘varsayımları’ irdeliyor. Mısır yığınlarına ‘horom’ denildiği, horonun buradan geldiği tezine, mısır yığınlarına horom değil kumul, çayır yığınlarına ise horom denildiğini söyleyerek karşı çıkıyor. Oysa Vakfıkebir, Tonya başta olmak üzere yazarın kendi ilçesi Akçaabat’ta da mısırların biçildiklerinde kurumaları için öbek öbek dik bir şekilde birbirine yaslanarak bağlanmalarına HOROM denir. Bu bölgenin insanının, hele folklorla uğraşan birisinin bunu bilmemesi, ot kumuluna Horom demesi anlaşılır gibi değil. (s. 113) Oysa yazarın kitabın sonuna koyduğu ‘Yerel Sözlük’te horom’un ‘mısır sapı demeti’ olduğu söyleniyor. (s. 494)

YAZAR VE MAHALLİ TAKVİM

Folklor araştırmacısının araştırma yaptığı yörede kullanılan takvimi bilmesi gerekir. Kitapta yer alan ifadeler, yazarın doğup büyüdüğü bölgenin takvimine yeterince vakıf olmadığını gösteriyor.
İki örnek:
 “12 Ocak gününü 13 Ocak gününe bağlayan geceye ‘Kalandar Gecesi’ denir.”  (s. 441)
Yanlış. Doğrusu bir gün sonra 13 Ocak gününü 14 Ocak gününe bağlayan geceye ‘Kalandar Gecesi’ denir.
Yazar ‘Cadı’yı anlatırken,  “Rumi takvime göre mayıs ayının birinci günü (13 Mayıs)…” diyor. (s. 351) Oysa Rumi 1 Mayıs, Milâdi takvime göre 14 Mayıstır.

YÖRENİN TARİHİYLE ALÂKALI BİLGİSİ

Yazarın bir acayip tarih bilgisi olduğu anlaşılıyor. Bildiklerimizle pek bağdaşmasa da özgün, kendine has bir tarih bilgisi… Meselâ Trabzon’un kurtuluşundan söz ederken, eski sempatizanı olduğu ideolojinin lideri ile resmî ideolojinin liderini biraya getirmeyi, kurtuluştan onlara büyük pay çıkarmayı becerir.  “Çarlık Rusya’nın Türk toprakları üzerindeki işgalinin son bulmasında Lenin devriminin ve bu süreçte doğan Lenin-Mustafa Kemal dostluğunun büyük payı vardır.” (Bkz.:http://www.sanatteorisi.net/sanatteorisi.asp?sayfa=Makaleler&icerik=Goster&id=2595)
24 Şubat 1918’de kurtulan Trabzon ve kurtuluşta Lenin-Mustafa Kemal dostluğu? Tarihi gerçeklere uysa da uymasa da demek ki Sayın Gedikoğlu istikrarı koruyor.  Kendisini karakollarda, savcılıklarda süründüren ideolojik bağnazlığını, hem nalına hem mıhına vurarak, günümüze de taşımaya gayret ediyor.
 Kitapta Muhacirliği anlatırken yazar:
“Savaşın ilk yıllarında Doğu Cephesi’nin çökmesi, bu cephenin vurucu gücü olan 3. Ordu’nun dağılması Karadeniz kıyılarının savunma gücünü her türlü destekten yoksun bıraktı ” (s. 229) diyor.  Yazar, 1998’de Doğu Cephesini “savaşın ilk yarılarında”, 2008 yılında “savaşın yarılarında” çöktürmüştü. (Bkz.: H. Gedikoğlu, Trabzon Efsaneleri ve Halk Hikayeleri, T.C. Trabzon Valiliği Kültür Müdürlüğü Yayını, Trabzon 1998, s. 92, - H. Gedikoğlu, Masallar Öyküler…, Trabzon 2008, s. 176) 8 sene sonra çökmenin olduğu kanaati değişmemiş, zamanda ufak bir oynama yaparak, çökmeyi ‘savaşın ilk yılları’na çekmiş!.. Doğu Cephesinin çöküşü ve 3. Ordunun dağılması hakikati her halde ilk yazar tarafından açıklanıyor! Oysa askerî ve sivil tarih kitapları, dağılma şöyle dursun, 7 cephede savaşan Osmanlı’nın, imkânları ölçüsünde bu cepheyi güçlendirmeye çalıştığını, hatta Çanakkale müdafaasının zaferle neticelenmesinden sonra, oradaki birliklerin önemli bir kısmını, Vehip Paşa, Fevzi Paşa gibi komutanlarıyla birlikte 3. Ordu saflarına gönderdiğini yazıyor.

GÜLCEMAL SAVAŞ GEMİSİ Mİ? YOLCU VAPURU MU?

‘Gülcemal’, Trabzon’da, Karadeniz’de ve bütün ülkede efsane bir gemidir. Hatıralarda sık sık geçer. Üstüne türküler yakılan, şiirler yazılan Gülcemal’e Trabzonlu Bedri Rahmi’nin eserlerinde de rastlarız. Tarihimizin belki de en meşhur gemisi olan Gülcemal’in adını ilk defa savaş gemisi olarak Yavuz’la, Midilli ile bir arada bu kitapta görüyoruz. Peki, Gülcemal savaş gemisi miydi? Yazara göre öyle olmalı ki kitabında, hem de iki yerde, ‘Muhacirlik Destanı’, ‘Savaş Gemileri’ başlıkları altında Gülcemal’e yer vermiş. (s. 65, s. 230) Yazarın diğer kitaplarında da bu tasnif aynı, yani yazara göre Gülcemal harp gemisi... (Bkz.: Haydar Gedikoğlu, Akçaabat, Akçaabat Belediyesi yayını, Trabzon 1996, s. 91, H. Gedikoğlu, Trabzon Efsane ve Halk Hikayeleri, Trabzon 1998, s.94 ) Akçaabat kitabında konuya daha bir açıklık getirerek, tereddüde mahal bırakmayacak şekilde şöyle diyor:
“Daha uzun erimli toplarla donatılan Rus donanması artık Yavuz, Midilli, Gülcemal, Hamidiye gibi savaş gemilerimizden korkmuyordu.” (s. 109) Lam’ı Cim’i yok Haydar Gedikoğlu’na göre GÜLCEMAL Osmanlı Donanmasında bir savaş gemisidir!..
 Oysa yazar, halkbilimine adadığı 50 yılın çok değil, birkaç dakikasını ayırsaydı Gülcemal’in savaş gemisi olmadığını öğrenebilirdi.  1874’te yolcu gemisi olarak imal edilen Gülcemal’in, 1911’de Osmanlı Seyr-i Sefain İdaresi’nce satın alınarak 1950 yılına kadar yolcu gemisi olarak bizlere hizmet verdiğini, sevenleri ayırıp-kavuşturduğunu bilir. Hakkında yakılan türküleri de ona göre tasnif ederdi.

HAÇKALI HOCA HAKKINDA YAZILI KAYNAK YOKMUŞ

Haçkalı Hoca’nın Trabzon Valiliğinin bu ‘bütüncül’ folklor kitabında bulunmasına neden ‘gereksinim’ duyuldu bilemiyorum. Ancak, kitabında ‘Haçkalı Hoca’ başlığı açan, yaşamının yarım yüzyılını bu araştırmaya adayan yazarın kendi ilçesinde yaşamış ve 1949’da vefat etmiş bir kişi hakkında yazılı bilgi bulamamasına, ‘umarsız’ kalmasına, ‘internet kaynaklarında’ bulabildiği bilgilerle yetinmek zorunda kalmasına üzüldüm!. (s. 434)
Oysa bu yere göğe sığdırılamayan yazar bir zamanlar Kuzey Haber gazetesinde çalışıyordu. O gazetede Hikmet Aksoy adlı bir mesai arkadaşı vardı. Bu Hikmet Aksoy Haçkalı Hoca hakkında ciddi bir araştırma yaptı ve araştırmasını ‘Trabzon’un Manevi Mimarlarından Haçkalı Hoca’ serlevhasıyla tam 20 gün Trabzon’da neşredilen günlük Olay gazetesinde yayınladı. Yayın tarihleri ise 11 Mart 1996-31 Mart 1996 arası. Acaba bu iddialı yazarın, arkadaşı tarafından yapılan ve yayınlanan bu çalışmadan nasıl haberi olmadı? Oldu da ciddiye mi almadı? Bilemiyoruz.
Yazar yazılı kaynak bulamadığını belirterek; “Bu yüzden İnternet kaynaklarında bulabildiğimiz bilgilerle yetinmek zorunda kaldık” diyor. (Tabii diğer bölümlerde olduğu gibi yetinmek zorunda kaldığı kaynak veya kaynakları belirtmiyor.) Burada anlaşılmayan bir başka husus da şu: Bu tür çalışmalarda bilgi kaynakları genellikle yazılı ve sözlü olarak ikiye ayrılır. Peki, internet kaynakları yazılı kaynak değil mi? Yazar bu husustaki görüşünü nedense belirtmiyor.

 “HALK İNANÇLARI” VE YAZAR

 “Halk İnançları” başlığı altında sayın yazar önce bilimsel verilerle (!) son derece çarpıcı tesbitini yapıyor:
“İnsanlar, var oluşlarını izleyen milyonlarca yıl boyunca ilkel koşullar içinde yaşadı.”
Demek ki insanlar, binlerce değil, ‘MİLYONLARCA YIL’ ‘İLKEL KOŞULLAR’ içinde yaşamış!.. Oysa bizler insanlık tarihinin Hz. Allah’ın Adem’i yaratmasıyla başladığını biliriz. İlk insanın bizzat Cenab-ı Hakk tarafından yaratıldığına inanırız. İnsanın bir nevi maden gibi oluştuğunu, hayvandan evrildiğini, bu sürecin de milyonlarca yıl aldığı tezlerini biz Müslümanlar asla kabul etmeyiz. İnsanın ‘milyonlarca yıl ilkel’ yaşadığı tezi de iman esaslarımıza tamamen ters olduğu gibi ilmi de değildir.  İnsanın yeryüzündeki tarihi de öyle milyonlarca yıl değil, tahminen 15-16.000 yıl olarak kabul edilir.
Yazar devam ediyor:
“Bu uzun yıllar boyunca karşılarına çıkan sorunlara kendi sezgilerine göre çözümler üretti. Kafasına doluşan sayısız sorulara kendince yanıt buldu. Tek başına ya da topluca yaşayan insanlar arasında dış etkenlerden doğan bir takım inançlar oluştu. İnsan türünün var oluşundan günümüze kadar akıp gelen bu tür inançlara “batıl inançlar” ya da “ boş inançlar” denir. Tanrısal dinlerin ve bilimsel değerlerin dışında gelişen ve dilden dile akarak günümüze ulaşan boş inançların uzantılarıyla bugün bile karşılaşıyoruz. Özellikle yaşlıların beyninden, belleğinden kolay kolay silinemeyen bu tür inançların da gerçek inançlara dönüşmesini umutla bekliyoruz.
Halk inançları, insan yaşamında yer tutan araçlar ve gereçler, bitkiler, hayvanlar, doğa olayları, gökyüzü, sanal yaratıklar gibi kavramlarla eşleştirilerek kuşaktan kuşağa taşınmıştır.” (s. 433) (Son cümle, kitapta usul ittihaz edilen özensizlik gereği iki kez tekrarlanıyor.)
Trabzon Valiliği yayınları arasında yer alan kitap sayesinde bakın neler neler öğrendik. Bilim tarihi ne keşifler kazandı? Demek ki insanlık tarihi binlerce yıla değil, çok daha uzağa gidiyormuş. Bu tarihin sadece ‘Milyonlarca Yılı’ insanlığın ‘İlkel Koşullar’ içinde yaşadığı dönemmiş!..
Yazarın bilime kazandırdığı bir yeni kavram da ‘Tanrısal Dinler’ kavramı… Biz, insanoğlunun zaman zaman Allah’ı unutup çeşitli tanrılar edindiğini biliyorduk. Yer tanrısı, gök tanrısı, aşk tanrısı gibi… Veya yaptıkları putlara tanrı diye taptıklarını da okumuştuk. Ama tanrısız din olduğunu hiç duymamıştık. Demek ki tanrısız dinler de varmış!. Valiliğimiz ve yaşamının elli yılını gözünü kırpmadan bu sahaya adayan, bilimin parlak ışıklarıyla bizi tenvir eden yazarımız sayesinde onu da öğrenmiş olduk!..

İSTİHARE BİLİMSEL DEĞERİ OLMAYAN HALK İNANIŞI İMİŞ!...

Trabzon Valiliğinin ‘Bütüncül’ kitabının yazarı Gedikoğlu, ‘istihare’yi  ‘Halk inanışı’ olarak görüyor ve kapsama alanına alıyor. ‘Hiçbir bilimsel değere’ dayanmadığını da ‘saptadığı’ İstihare hakkında kesin hükmünü de, bu bir resmi yayındır, endişesi duymadan bilâ perva, haydarâne bir şekilde veriyor:
“İnsanlık tarihinin en eski inançlarından birisi de olsa hiçbir bilimsel değere dayanmayan bu tür inançlara umut bağlayanların sayısı büyük bir hızla azalıyor. Günümüzün insanı, derdinin dermanını modern tıpta arıyor. (…) Eski alışkanlıklarını yenemeyenler hızla tükeniyor. Geleceğimizin parlak ışıkları, daha şimdiden ufukları aydınlatıyor.”  (s. 459)
Sayın yazar, sayın valinin de belirttiği gibi ‘yaşamının elli yılını’ adayarak ciddi araştırmalar yapmış ve İstihare hakkındaki tesbit ve değerlendirmelerini, acı da olsa, bizimle paylaşmış. Demek ki istihare ‘insanlık tarihinin en eski inançlarından birisi’ imiş, ‘hiçbir bilimsel değere’ de dayanmazmış.
Oysa biz, ‘istihare’nin bir halk inanışı, folklorun sahasına giren bir malzeme olduğunu bilmiyorduk. Biz sanıyorduk ki ‘istihare’ dini bir kavramdır ve bir Müslüman önemli bir karar vermek durumunda kaldığında, Peygamberinin tavsiyesi üzerine, istişare ettikten, yani büyüklerine, konuyu bilenlere danıştıktan sonra başvurduğu bir yoldur. Sadece Trabzon’da değil, İslâm coğrafyasında, Müslümanların yaşadığı her yerde uygulanır sanıyorduk. Sünnet olarak biliyorduk. Meğerse değilmiş!.. Bu resmî yayındaki görüşlere Diyanet camiası ve müftü efendiler ne der bilemem.
Ancak şunu bilirim ki; folklor ilmiyle iştigal edenler, derleme yapanlar halkın ananevî ve dinî inançlarına azamî saygı gösterirler. Bu, folklor ilminin ana kaidelerindendir. Yazar bu kuralı hiçe sayarak, halkın inançlarına saygı duymak şöyle dursun, o inançları, ‘bilimsel değerlerle’ ölçüyor, uymayanları aşağılıyor!..
Merak ediyorum, sünnet olan İstihare hakkında bu hükme varan yazar, diğer ibadetler için, meselâ namaz, kurban, hac vs. için acaba ne düşünüyor? Onların bilimsel değerleri var mı, yok mu?
Ey Haydar Gedikoğlu, o ki Folklor biliminin kaidelerini hiçe sayacak cesareti gösterdin, sadece İstihare ile kalma, bu vadide devam et.  ‘Geleceğimizin parlak ışıkları, daha şimdiden ufukları’ aydınlatması için bu milletin inançlarını da elindeki ölçüye bir vur. Allah, Cennet, Cehennem, Melek, Cin gibi… Hiç çekinme. Trabzon’da yapılan resmî bir organizasyon için hazırlanan bir seri kitapta Gazipaşa Mahallesi’ni yazan mütekait bir bayan prof, nasıl Tanrı’yı sorgulamış: “Bir Tanrı var mıdır? Bilmiyorum. Varsa da fakir fukarayla ilgilenmeyen bir Tanrı olabilir” diye yüksek kanaatlerini serdetmiş ise sen de yapabilirsin!.. Sen ki ‘değerli eğitimcisin’, eserin olan nesil de arkanda, cesaretin de yerinde, artık parlak ışıklarını toplumun üzerine daha yoğun şekilde tutabilirsin!.. Sana ‘kadirşinaslık örneği’ gösterecekler sırada bekliyor!..

PONTUSCULUK VE ‘TRABZON FOLKLORÜ’

Trabzon Valiliği neşriyatı bu kitaba, birçok benzerlerinde olduğu gibi, yoğun bir Pontus kokusu sinmiş. Pontus’la Trabzon özdeşleştirilmiş. Şehri yönetenler sayılırken ‘Pontus Krallığı’, ‘Rum Pontus Devleti’ v.s. (s. 130), ‘Konuksevmez Karadeniz’ (s.130), ‘Mübadil Kemençeciler’, ‘Rum ve Ermeni Türküleri’ ilh…
Trabzon’un kadim dönemine merak salanlar neden Halibler, Musnikler, Kumanlar veya Sakalar’dan söz etmezler de sadece Pontus derler? Neden Ksenafon’u sürekli mehaz göstererek Trabzon’u Miletli kolonizatörlerin, yani Yunanlıların kurduğunu söylerler de Texier’in ‘Trabzon varken Yunanistan yoktu. Avrupa bataklıktı. İlk Trabzon Kafkasya’da idi. Oradan göçen kavimler ikinci Trabzon’u Atina’nın (yani Pazar’ın) doğusunda, üçüncü Trabzon’u da bugünkü yerinde’ kurduklarını söylemesini görmezden gelirler?
Peki, Pontus devleti yok muydu? Tabii ki vardı. Tarihte başkenti Amasya olan bir Pontus devleti vardı. Ama bu devlet de,  tebaası da Yunanî değil, İranî idi. Yani Fars’tı, Pers’ti. Yunanla alâkası yoktu. Tıpkı Roma İmparatorluğu ile alâkalı Rum kelimesinin, yer adı olsun, topluluk adı olsun Yunanla alâkalı olmadığı gibi…
 İpekyolu’nun denize açılan kapısı olan Trabzon, birçok medeniyetin buluştuğu, harmanlandığı bir şehirdir. Burada mallar mübadele edilirken kültürler de, medeniyetler de, insanlar da mübadele edildi. Türkler, Araplar, Acemler, Gürcüler gibi kavimlerle Avrupa’dan, özellikle de Yunan, Ceneviz, Venedik, Roma, Fransa gibi bölgelerden gelenlerin buluştuğu bir yer olan Trabzon’da bu izleri her sahada görmek mümkündür. Zeki ve haşarı çocuklara ‘Cınıvız gibi’ denmesi, tavuklara ‘puli’, yer adlarına ‘Hamsi/Hamse’, ‘Çiharlı’, aylara ‘kalandar’, abril’…  ilh denmesi bu izlerdendir.
Pontus, pontusçuluk günümüzde tarihî olmaktan ziyade siyasî bir cereyandır. Gün geçtikçe güçlenerek uluslararası bir boyut kazanmaya başlayan bu hareketin Paris Barış Konferansı esnasında bizim kaynaklarımızdaki masumâne bilgileri nasıl istismar ettiğini bir hatırlayalım. Trabzon Vilâyetinin neşrettiği H.1321/M.1903 tarihili ‘Trabzon Vilâyeti Salnamesi’nde yer alan Maçka’daki dini yapılara ait rakamlar ile merhum Şâkir Şevket’in, kaynak bulmakta sıkıntı çekmesi sebebiyle, kitabına Yuanidis’ten iyi niyetle aktardığı bilgilerin karşımıza nasıl çıktığını bir daha hatırlayalım. O gün emperyalist devletleri arkalarına alan Hrisantosların gerçek dışı iddialarına cevap vermek için yetkililerimizin, Trabzonluların ve bilhassa rahmetli Eyüpzâde Ömer Fevzi’nin nasıl çırpındığını hatırlayalım.
Bu gün de yayınlarımızda, özellikle de devlet yayınlarındaki bu tür sorumsuz ifadelerin, malum kesimlerce not alındıklarını ve günü geldiğinde ülkemiz üzerindeki emellere hizmet edeceklerini bilmek durumundayız. Özellikle devletimizin, bütün kurum ve kuruluşlarıyla, bu konularda ihmal göstermemesi, dikkatli ve temkinli olması gerekir.
Buradan Pontusçuluk yapan, yapanlara sempati duyan, destek olan hemşerilerime sesleniyorum. Emperyalist ülkelerin ülkemizi bölmek için çeşitli entrikalar içinde oldukları hepimizin malûmu. Ateşler yakıyorlar ve yaktıkları ateşleri gün geçtikçe harlandırıyorlar. Lütfen bu ateşlere odun taşımayın. Bu coğrafyanın insanına, Nemrut’un ateşine odun taşıyan vasıta olmak yakışmaz.  Bu ateşi söndürmek için gayret etmek yakışır. Nemrut’un ateşini gagasında su taşıyarak söndürmeye çalışan kuş olmak yakışır.
 
Bu hususu Rahmetli Ömer Kayaoğlu’nun bir hemşerisine hitabıyla noktalayalım:

Ula adaşım Asan
Baktım büyüktür tasan
Yitirdin kimliğini
Bildir bana bulursan
Onaylamasam yine
Saygım çok düşüncene
Bilmem var mı katkısı
Ne ulusa, ne dine
Duygun gönlünde dursun
İlerde üzülürsün
Of’ta yitirdiğini
Selânik’te bulursun

NETİCE-İ KELÂM

Haydar Gedikoğlu’nun Trabzon Valiliği yayınları arasında neşredilen Trabzon Folkloru adlı kitabını, Sayın Valinin Sunuş’taki övgü dolu ifadelerine göre değil, Ziya Paşa’nın
“Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz.
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde” beytine göre incelemeye çalıştık.
Ezcümle tesbit ve kanaatlerimiz şöyle:
Trabzon Folkloru adlı kitap, Haydar Gedikoğlu tarafından Bilâl Aziz Yanıkoğlu’ndan bugüne, bu sahada yapılan ve ele geçirilen neşriyatın, internet sitelerinin özensiz, düzensiz, kuralsız, hatta kanunsuz bir şekilde yağmalanmasıyla, yağmalanan malzemenin de deforme edilmesiyle oluşturulmuş.  Kitabın hazırlanmasında folklor ilminin kurallarına uyulmadığı gibi kitap yazım kuralları da kulak arkası edilmiş. Kanunlar hiçe sayılarak çok sayıda kişinin emeği sirkat edilmiş. Yazıları, mehaz gösterilmeden, suç teşkil etmesine aldırılmadan, kitaba aktarılmış. İlgili, ilgisiz fotoğraflarla, tam sayfa desenlerle,  -ki bu desenlerde ‘Köse Dayı’ gür sakallı (s. 254), ‘Keloğlan’ın da sırma saçlı (s. 280)olarak resmedildiğini hayretle görüyoruz-, tekrarlarla şişirilmiş, tashih hatalarıyla, bilgi hatalarıyla lebalep dolu bu kitabın kitap ciddiyetiyle bağdaşır hali olmadığı ortada.
Müktesebat yönünden son derece yetersiz bir kişi, oluşturduğu defolu malzemenin içine çarpık düşünce ve inançlarını da boca etmiş, bu materyalin değişik sürümlerini yıllarca mahalli idarelerimize, valiliklerimize kitap olarak bastırtmış.
Bu vahim durumun tekerrür etmemesi için devlet yetkililerimizin, devlet ciddiyetiyle konuya yaklaşacaklarını umuyor ve bekliyoruz.
Bir devlet yayının hazırlanışından basılışına, hemen her safhasında yaşanan bu ciddiyetsizlikleri gördükçe Sakallı Celâl’in meşhur sözünü hatırlamadan edemiyorum:
 “Tanzimat ilân ettik olmadı, Meşrutiyet ilân ettik olmadı, Hürriyet ilân ettik olmadı, Cumhuriyet ilân ettik yine olmadı. Yahu biraz da "Ciddiyet" ilân etsek!"