Karadeniz Ansiklopedisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Karadeniz Ansiklopedisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Kasım 2009 Perşembe

MAÇKA YOLLARI ATİNA’YA MI ÇIKAR? YAHUT BİR ACAYİP “ANSİKLOPEDİK SÖZLÜK”

İsmail Hacıfettahoğlu
hacifettah@gmail.com

Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ boğarım…
Boğamazsın ki!
Hiç olmazsa yanımdan koğarım!

Mehmed Akif Ersoy
Karadeniz... Tarih boyunca insanoğlunun keşfetmeye çalıştığı yerkürenin sihirli bir bölgesi. Dünyanın en zengin filorasına sahip bölgelerinden biri olan Kaçkarlar ve çevresi, kültürel bakımdan da bir o kadar zengin. Yüzyıllarca nice araştırmacılar, nice argonotlar onun sırrına ermek, altın posta ulaşmak için bu yolda can verdi. Bölgenin cazibesi günümüzde de artarak devam ediyor. Özellikle 19. yüzyılda Avrupalı tarihçiler ve araştırmacılar tarafından bu yörede çok sayıda çalışma yapıldı. Bu çalışmaların bir çoğu emperyalist ülkelerin proje ve faaliyetlerine alt yapı oluşturma amacını taşıyordu. Ayrıca, Avrupalı araştırmacıların olduğu gibi içteki azınlık mensuplarının da bölge için yazdığı kitaplar olmuştur. Söz konusu kitapların en önemlilerinden birisi, Trabzon Rum Jimnazı (Lisesi) tarih öğretmeni Bursalı Sava Yuvani­dis’in yazdığı ve muhtevasının çoğunlukla birtakım efsane ve masallardan ibaret olduğu bilinen Trabzon Tarihi ve İstatistikleri adlı kitaptır. 1870 yılında İstanbul’da bastırılan bu kitap, Rum mekteplerinde ders kitabı olarak okutuluyordu. Ermenilerin de benzer kitapları bulunmasına rağmen, maalesef Şakir Şevket Bey’in kısıtlı imkânlarla yazdığı Trabzon Tarihi dışında, Trabzon’un gerçek tarihini anlatan Türkçe bir kitap yoktu. Her ne kadar Trabzonlu Mehmed Aşık’ın (1555-1613) Menâzirül Avâlim adlı eserinde bölge hakkında geniş bilgi varsa da, nadir kütüphanelerde yazma nüshaları bulunan bu esere ulaşmak her zaman mümkün değildi.

Karadeniz halkının zaman zaman kendi yöresi hakkında yeterli bilgiye sahip olamamaktan şikayetçi olduğunu görmek mümkündü. Bu bilgisizlikten sıkılan Trabzonlulardan biri de Vefa Baki Cinemre idi. Cinemre, Akın mecmuasının 1 Haziran 1932 tarihli sayısındaki yazısında bu durumundan şöyle şikâyet eder: “Evet sıkılıyorum, çünkü baba yurdumu tanımıyorum, onunla hiç alâkası olmayan uzak yabancıların onu bildiği kadar ben bilmiyorum, halbuki üstünde doğdum, büyüdüm ve yaşıyorum.” Tarihimize karşı ilgisizliğimizi Ali Şükrü Bey de şöyle tesbit ediyor: “Yer yüzünde tarihi, her cins vak’a itibariyle bizimki kadar zengin olan bir millet daha var mıdır bilemiyorum. Fakat, riyazî bir kat’iyet ile biliyorum ki milel-i mevcûde içinde mâzisini bizim kadar unutmuş hiçbir millet yoktur.”

Ali Şükrü Bey’in kendi dönemindeki bu tesbiti daha sonraki dönemlerde de değişmedi. Bizim nesil de bu tesbite uygun olarak yetiştirildi. İlk mektepte “alfabe”den sonra okutulan “kıraat” kitabının ilk sayfalarında yer alan, “Eskiyi unut/Yeni yolu tut/Türklüğe umut/Sen ol çocuğum” şeklindeki tekerlemeyi ezberleyerek, bu talimata uymaya çalışarak yetiştik. Mazimizle bağımızı kestik, yönümüzü batıya çevirdik ve silinen hafızamızı oradan gelen ışıkla aydınlanan kişilerin getirdiği bilgilerle doldurmaya başladık. Onların efsanelerini, hurafelerini tartışma kabul etmez gerçekler, bizim mevsuk, yani belgeye bağlı hakikatlerimizi ise bilim dışı safsatalar saydık.

Kılavuzu Rum olanın

Geçmişimizle köprüleri attığımızdan, yörelerimizle ilgili çalışmaları Batılıların başlattığı, özellikle Amerikan kolejlerinin yönlendirdiği geleneğe terk ettik. Kendi ifadesiyle Merzifon Amerikan Koleji’nin devamı olan Selanik’teki Anadolu Koleji’nden mezun Yorgo Andriadis, bu geleneği günümüze taşıdı. Çalışmaları ve kitapları ile bu vadide çalışma yapanların sayısını hızla artırdı. Tabiri caizse Andriadis, yetkili kurum ve kuruluşların nezaretinde zehrini vücudumuza enjekte etti. Haznesinde başka zehir kalmadıktan sonra ise ülkeye girişinin yasaklandığını duyduk. Ancak bayrak yerde kalmadı. Artık bayrak bizim insanımıza geçti. Onun 1960 yılında yazdığı Pontus Kültürü, adı değiştirilmeksizin, fakat içeriği değiştirilerek 1996 yılında Ömer Asan imzasıyla yayımlandı. “Trabzon'un tarih-i kadiminin uyanıkken bile rüyasını gören” gözü kara “bilge” kişilerin de kervana dahil olması Karadeniz’in sihrini keşfetmeyi gittikçe kolaylaştırdı. Ve karşımıza Karadeniz’in, “tüm zamanların” en kapsamlı kitabı çıktı: Karadeniz: Ansiklopedik Sözlük. Ciltli, şömiz kaplı, birinci hamur kağıda birinci sınıf bir işçilik ve itinayla basılan kitap, ekleriyle tekmili birden 1262 sayfa. Her haliyle ciddi bir ekip çalışmasının mahsulü olduğu anlaşılan kitabın kapağında ve jeneriğinde yazar olarak yer alan tek isim var. O da Özhan Öztürk.

Kitabın kapağı Karadeniz’i andırıyor. Onun gibi gizemli, sihirli, şifreli kara bir kapak. Siyah zemin üzerine, bir kartpostaldan dekope edilen, kemençe eşliğinde bıçak oynayanların fotoğrafı yer alıyor. Ancak, zemine dikkatle baktığınızda dört boyutlu fotoğraflar gibi başka görüntüler de gözünüze çarpmaya başlar. Bunlardan birinin yine kartpostallara yansıyan bir horon fotoğrafı olduğu anlaşılıyor. Diğeri ise adeta kitabın şifresi gibi: Grek alfabesiyle yazılmış bir metin ve bu metin kitabın arka kapağında da aynı tarzda, siyah zeminin altında devam ediyor. Bu bir tılsım olmalı. Kitabı kutsayan, kem gözlerden, kötü niyetli kişilerden koruyan bir tılsım... Jenerik sayfasında kapağın Ömer Asan tarafından yapıldığı belirtiliyor. Fakat özellikle bu Grekçe metnin ne olduğu, Karadenizle ne tür bir münasebeti bulunduğuna dair bir bilgi verilmiyor.

Heyamola Yayınlarından çıkan kitabın ciddi ve profesyonel bir çalışmanın ürünü olduğu ilk bakışta anlaşılıyor. Önsözden ve kaynakçadan, kitabın hazırlık ve sunumunda Ömer Asan’ın tecrübesinden büyük ölçüde yararlanıldığı görülüyor. Ömer Asan kitabına Pontos Kültürü adını koyması ve önsözünü Neoklis Sarris’e yazdırmasından dolayı, Hulki Cevizoğlu’nun “Ceviz Kabuğu” programında az mı terlemiş, sıkıntıya düşmüştü? Bu sıkıntılı durumdan ancak son anda kabuğu kırarak kurtulabilmişti. Bu tecrübe işe yaramış olmalı ki kitabın tek kişi tarafından hazırlandığı imajı azami şekilde verilmeye çalışılmış. Önsözün teşekkür kısmında Yunanlı hiçbir isme yer verilmemiş. Manevi destek verenlerse Ömer Asan, Ahmet Bican Zehiroğlu, Yahya Düzenli, Mehmet Bilgin ve İsmail Buşaklisi ile sınırlı tutulmuş. Birbirinden farklı görüş sahibi bu kişilere de manevi desteklerinden dolayı teşekkür edilmesi belli yerlere mesaj verildiği hissi uyandırıyor.

Kitabın geniş bir kaynakçaya sahip olduğu görülüyor. Buna rağmen bölge ve kitabın konusuyla ilgili çokça kitap ve makaleleri bulunan Fahrettin Kırzıoğlu, Mahmut Goloğlu (Anadolu’nun Millî Devleti Pontos), Orhan Türkdoğan, Tirebolulu Alpaslan, Hilmi Göktürk gibi kişilerin isimlerine verilen listede rastlanmıyor. Kullanılan malzemenin önemli bir bölümünün –özellikle görsel malzemenin- internetteki Pontos sitelerinden alındığının anlaşılmasına rağmen, kaynakçada bu sitelerin adına da yer verilmiyor. Belli ki tedbirde kusur edilmemeye çalışılmış.

İki cilt kitap tetkik edildiğinde, kitabın yazarı olarak gözüken Özhan Öztürk’ün tarih, coğrafya, antropoloji, arkeoloji, sosyoloji, teoloji, filoloji, müzikoloji, mitoloji ve adlarını sayamadığım daha nice ilimlere bihakkın vakıf olduğu anlaşılıyor. Kendisi adeta bir hiper alim. Bir acaib bilim adamı. Eskilerin bediüzzaman dedikleri kişiler herhalde böyle birileri olmalı...

İlmi olan, ancak bilgisini ifade edemeyen Oflu bir hoca bu durumundan şöyle yakınır:
“-Allah ne kadar ilim var isa koydi oni habu kafama. Ama vermedi bağa til!”.
Sürmeneli Özhan Öztürk’ün durumu ise daha farklı. Ona Oflu gibi sadece ilim değil, dil de, kalem de verildiği anlaşılıyor.

Kitabın içeriğine baktığımızda, Pontos devleti hayalcilerinin haritalaştırdığı Doğu Karadeniz’in tarihi, insanı, coğrafyası, kültürü, inancı v.s. işleniyor ve tanıtılıyor gibi gözüküyor. Ancak kitapta İslamsız ve Türksüz bir Karadeniz ile, bütün yolların Helen’e ve Hıristiyanlığa çıktığı bir Karadeniz ile karşılaşıyoruz. Yunanlıların tarih boyunca ileri sürdükleri ve uluslararası platformlara rapor ve kitap olarak da sundukları mesnetsiz iddialar, iftiralar, tarihi hakikatlere aykırı olarak ürettikleri propaganda malzemeleri kitabın sayfalarına ustalıkla yerleştirilmiş. Bu iddialar, malum kesimin internet sitelerinde olduğu gibi Niko’nun, Gogo’nun kemençesiyle yumuşatılarak sevimli hale getirilmeye çalışılmış. Türk ve Müslümanlık ise, adeta esas menü olan Hıristiyanlık ve Helen propagandasına garnitür olarak kullanılmış. Kitapta kilise, manastır, şapel ve hatta köy evlerindeki haç resimlerinden geçilmezken tek bir cami resmine rastlanmıyor. Türkiye’deki hafız sayısın yarısından fazlasının yetiştiği bir bölgenin dinî hayatında İslam’ın yerinden, müesseselerinden bahsetmemek garip değil mi? Bölgeyi tanıtmak için hazırlanan 1262 sayfalık bir müracaat kitabı görüntüsü taşıyan bu propaganda kitabındaki tamamen maksatlı tahrif ve yanlışları bu yazının hacmi içine sığdırmak mümkün değil. Ancak kitabın tanınmasına, maksadının anlaşılmasına yardımcı olur düşüncesiyle birkaç örnek vermek istiyorum.

Kemençe ve kemençeciler

Kitapta kemençe hakkında ansiklopedik bilgiler verilirken, yeterli delil bulunamamasına rağmen açık bir zorlamayla Yunanla irtibatlandırılmaya çalışıldıktan sonra “Karadenizli Kemençe Ustaları” başlığı açılıyor. Bu başlık altında önce Türk kemençecilerin adları ve çok kısa biyografileri veriliyor. Daha sonra Rum kemençecilere geçiliyor. Başlık “Karadenizli Muadil Kemençeciler”. Onların da biyografileri fotoğraflarıyla (Türklerin 3 adet fotoğrafına karşılık Rumların 7 adet fotoğrafına yer veriliyor) birlikte veriliyor. Bir farkla. O da şu: Türk kemençecilerin biyografilerinde, bulunabilmişse, doğum ve ölüm tarihleri, sağlık durumları (gözünü kaybetmiş vs.) ve lakaplarını nasıl edindikleri (Piçoğlu gibi) verilirken (bir çoğu sadece isim olarak yer alıyor), Rum kemençecilerin biyografilerinde sanatlarına ait övgü dolu, “Karadenizlinin duygu dünyasını belki de en iyi yansıtan TÜM ZAMANLARIN eni iyi kemençecilerinden”, “mükemmel çalma stilinden dolayı kemençenin Patriği olarak nitelendirilen tek kemençeci olan Gogos”, “genç nesillerin parlak yıldızı”, “inanılmaz yay tekniği ile tanınan”, “kemençecilerin parlayan yıldızı”, “Tüm zamanların en çok sevilen ve aynı oranda sevilmeyen kemençecilerinden birisi (ne demekse?)” ve benzeri ifadeler yer alıyor.

Yunanistan’da yaşayan bu sanatçıları, bir kısmı yıllar önce vefat etmesine rağmen, bir Türk nasıl bu kadar yakından tanıyıp değerlendirebiliyor, merak ediyorum. Bu konuda ihtisası olan bir müzikolog olabilir. O zaman sormak gerekmez mi, konunun uzmanı olarak sen, bu ülke kemençecilerinin sanatları hakkında neden hüküm vermiyorsun? (Hüküm verilen tek bir kişi var. O da Selanik yollarını aşındırmasının karşılığını almış anlaşılan.) [s. 653-658] O zaman akla bir soru geliyor: Yoksa bu kitabı başkası veya başkaları mı yazmış? Yazar görünen kişi ise dolgu malzemesi olarak kullanılan bize ait kişiler hakkında bulabildiği bu sığ bilgileri kitaba koymakla yetinmiş. (“Kemençenin Patriği” olarak vasıflandırılan Gogos’a buradaki biyografi ve övgüler az gelmiş olacak ki kendisine bir istisna uygulanarak müstakil bir madde de tahsis edilmiş ve iki adet fotoğrafıyla burada da arz-ı endam ediyor. [s. 440] Patrikliğin ne kadar önemli olduğunun göstergesi olsa gerek.)

Çepnilerin Aleviliği

Kitabın 267. sayfasında; “Bura halkı çepni kelimesini; bilgisiz, görgüsüz ve bön adamlara sıfat olarak kullanmaktadır” ifadeleriyle aşağılanan Çepnilere bir de Ermeni Bijikyan ağzıyla çıra söndürme isnadı yüklenerek hakaret edildikten sonra alevi Çepniler savunur duruma geçilerek; “Sünnî Osmanlı kimliği geçmişe ait her şeyi istenmeyen ve öteki haline getirmiştir,” sözleriyle Osmanlı suçlanmaktadır.

Ofluların Hıristiyanlığı

Yörede olduğu iddia edilen gizli hıristiyanlık konusu, “Gizli/Crypto Hristiyanlık, Santali, Stavrili, İstavriot, Kromli” başlığı altında geniş şekilde yer alıyor (s.428-438). Konu çeşitli alıntılarla, rakamlarla, şapel ve haç fotoğrafları, köy adları, nüfus miktarlarıyla ortaya konulmaya, gündeme taşınmaya çalışılıyor. Bu madde de hiper âlimliğin bütün özelliklerini taşıyan bir madde... Bize ait kaynaklar yine es geçilmiş. Eğer tenasürlük meselesi ciddi ve tarafsız bir şekilde işlenecek idi ise, bu hususta Osmanlı Arşivlerinde yer alan belgeler, bizde yapılan çalışmalar, -velev ki görüşlerine katılınmasa dahi-, dikkate alınması gerekmez miydi? Meselâ bu konuyu da tahkik etmek üzere görevlendirilen Ahmet Şâkir Paşa’nın (1838-1899) raporları ve faaliyetleri araştırılamaz mı? Onun bu faaliyetlerini konu alan ve kitap halinde yayımlanan Ali Karaca’nın “Anadolu Islahatı ve Ahmet Şakir Paşa” adlı doktora tezine bakılamaz mı idi?

Bu madde için söylenecek söz çok. Ancak ben Oflulara yönelik iddialara dikkat çekmek istiyorum. Yunanlı Economides’in yalan ve iftiralarla dolu kitabını esas alarak, dindarlıkları ve yetiştirdikleri âlimlerle ünlenen Oflular için kitap şu iddialarda bulunuyor: 44 köyden oluşan Of kasabası saf Yunanlıdır. 17. yüzyılda Müslümanlığa geçmiş gibi gözükseler de gizli hıristiyandırlar. Papaz elbiselerini (sacerdotal garment) ve kutsal kitaplarını (sacret books) muhafaza ediyorlar. Tekrar Hıristiyan olmak arzularını Rus istilâsında Metropolit Hırisantos’a bildirmişler. Hatta, Hırisantos’u, başlarında belediye başkanları olmak üzere tam 300 kişilik bir Oflu heyeti karşılamış ve kendisinden “ulusal dinlerine dönmelerini sağlaması” için yardım istemişler. Hırisantos da onlara savaşın sonucunu beklemelerini tavsiye etmiş! Bu olayın sağlam ravileri varmış! Hatta üstad Yorgo dahi bunu kaydetmiş! Hayret ki ne hayret! Bu Oflular neymiş de biz bilemiyorduk? Asan’ın kitabında raporu yer alan Oflu papaz dahi bu hususların cahiliymiş anlaşılan. O bunları bilse her halde bizi aydınlatırdı. Demek ki şifre ancak şimdi çözülebilmiş.

Baltacı Deresinde, Kel Ali sırtlarında Ruslara karşı destansı kahramanlıklarla dolu savunma muharebeleri yapan Oflular, İslâmî hizmetleriyle gönlümüzde taht kuran Oflular meğer neler yapmış… Başlarında Of Belediye Başkanı olmak üzere, Rus komutanın ayağı altına Türk bayrağını seren, işgali sevinç çığlıklarıyla karşılayan Hırisantos’a, tam 300 adet Oflu adam gitmiş… Ve “ulusal dinlerine” dönmek arzularını iletmiş!… Acaba cephe komutanı Ahmet Avni Paşa bu bilgiye vakıf olduğu için mi 150’likler listesine dahil edildi dersiniz!

Hocalarıyla ünlü Of, gerçekte Hıristiyanmış ve ırken de “saf Yunanlı”, yani “Öz Yunanlı” imiş… Onlar artık camileriyle, medrese ve kuran kurslarıyla da Müslüman olduklarını isbatlayamazlar! Çünkü hiper âlim o binalardaki şifreyi de çözdü. Bu camiler ve diğer dini binalarda kullanılan motifler Hıristiyanlığa aitmiş, bu da onların gerçekte ulusal dinlerinden (!) kopmadığının kanıtıymış. Kitapta bunlar tek tek sıralanıyor. Cami cami, bina bina gösteriliyor. Of uleması bu büyük keşife (!)acaba ne der.

Santalı İstil Ağa Kim?

Son yıllarda bir Santa muhabbetidir gidiyor. Santa ismini duymayan, yerini bilmeyen bazı mahalli dernek yöneticileri bile internetteki sitelerine oradan kilise fotoğrafları koymayı ihmal etmiyorlar. Bu kitapta da Santa’nın özel bir yeri olması normal. Santa malûm, Yomra ilçesinin güneyinde, önce Torul’a daha sonra Gümüşhane merkezine bağlı, mübadeleye kadar Hıristiyan nüfusun yaşadığı bir köy, bir belde. Buradaki Hıristiyan ahalinin emperyalist ülkelerin kışkırtması ile özellikle Birinci Dünya Harbinde kendi devletine ihanet ederek Rusya adına casusluk ve beşinci kol faaliyetleri yürüttükleri, burada kurulan çetelerin Müslüman köylerde vahşice katliamlar yaptıkları tarih kitaplarımızda belgeleriyle yer alan olaylardandır. Bölgedeki Pontos çetelerinin en acımasız, en zalimleri bu köyde kurulan çetelerdi. Sümela Manastırından sevk ve idare edilen bu çeteler, erkekleri cephelerde olan Müslüman köylerini, kasabalarını basarak, silâhsız, korumasız, masum kadınları, çocukları, yaşlıları kahpece katletmiş, ırzlarını, mallarını pây-mâl etmişti. Bu çetelerin en eli kanlı elebaşlarından birisi İstil Ağa idi. İstil Ağa’nın Pontos sitelerinde yer alan at üzerinde müsellah bir fotoğrafı çok anlamlı bir şekilde bu kitabın sayfalarını süslüyor (!) (s.1010). Bu durum bilimsellikle(!) izaha çalışılabilir. O zaman sormazlar mı adama, o ki tarafsızsın, neden İpsiz Recep’in, neden Osman Ağa’nın, neden Yahya Kâhya’nın ve diğerlerinin fotoğraflarını koymadın? Bu millete tarihi unutturuldukça, ecdadına sövenler alkışlatıldıkça bu manzaraları. çokça yaşayacağımız anlaşılıyor.

Kitapta Trabzon’un Fethi

Trabzon’un Fethi ve Komnen İmparatorluğunun sona ermesi kitapta garip ifadelerle anlatılıyor. Önemsediğimiz Trabzon’un Fethi meğerse ne basit bir hadiseymiş ki Karadenizle ilgili 1262 sayfalık bir kitapta ancak 3 cümlecik ile yer alabilmiş! (s. 1114) Verdiği bu bilgiler gözü kara “bilge” yoldaşının Koryana köyü için yazdıklarıyla ne kadar da benzeşiyor. Olaya karşı taraftan bakan yazar Fatih’e padişah dahi demek gereği duymuyor. Biz Fatih Sultan Mehmed Han diyebiliriz. Ama o demez, demesi gerekmez. Çünkü Türklerin olduğu gibi hanların da hası, asili, halisi, muhlisi ve özü kendisi. O bir Öz Han! Bu sıfatı taşıyan diğerleri ise rafine halde olmayan basit kişiler!

Trabzon’daki Rum nüfus nasıl 2,5 kat artırılıyor?

Kitapta rakamların çarpıtılmasına en çarpıcı örneklerden birisi 2. cildin 1116. sayfasında yer almaktadır. Yazar; “1915 yılı öncesinde Trabzon Vilâyetinin demografik durumu” başlığı altında Trabzon’un nüfusunu 752.521 Müslüman, 404.633 Rum, 46.500 Ermeni, 16.939 diğer, toplam 1.209.054 olarak vermektedir. Acaba bu gerçek mi?

Osmanlı İmparatorluğunda son nüfus sayımının 1330, yani 1914 yılında yapıldığı bilinmektedir. Bu nüfus sayımının sonuçları da yayımlanmıştır. (Bkz. Memalik-i Osmaniye’nin 1330 Senesi Nüfus İstatistikisi, İstanbul 1919) Oradaki rakamlar ve bu rakamların vilâyet nüfusuna oranları aynen şöyle: 921.128 (%82.03) Müslüman, 161.594 (%14.39) Rum (Bu rakama Katolik Rumlar dahildir), 38.899 (%3.49) Ermeni (Katolikler de dahildir), 8 (%0.12) Yahudi olmak üzere toplam 1.122.947. Bu nüfusun içinde gayrimüslimlerin toplamı 201.819 kişi oranı ise %17.97. (Rakamlar için ayrıca; Kemal Karpat, Otoman Population 1830-1914 Demoraphic and Social Characteristics, Wisconsin/London 1985, I-XVI, s.176-189’a bakılabilir.)

Malûm olduğu üzere Osmanlı çok dinli, çok kültürlü bir devletti. Tebasını oluşturan her kesime, özellikle de gayrimüslimlere, -kitapta iddia edildiğinin aksine- son derece âdil davrandığı inkâr edilemez bir gerçek. Onlara ait hiçbir bilgiyi, kendi aleyhine de olsa, gizlememiş, gizleme ihtiyacı duymamıştır. Bunun açık bir delili salnâmelerdir. 21. defa yayınlanan 1321 tarihli Trabzon Vilâyet Salnamesi, Trabzon’un son salnamelerinden, yani yıllıklarından biridir. (Bu salnameden bilhassa söz etmek istememin sebebi, Paris Barış Konferansında Pontos devleti hayalcilerinin kendi iddialarını desteklemek için bu yayını da kaynak gösterdikleri içindir.) Salnamede o zamanki Trabzon’a (Canik –Samsun- Sancağı da Trabzon’a bağlı idi. Daha sonra ayrıldı. Alaçam’a kadar uzanan Trabzon’un Batı hududu bu ayrılma ile Bolaman’da son buldu.) bağlı sancak, kaza ve nahiyelerdeki nüfus detaylı bir şekilde verilmektedir. Bu rakamlara baktığımızda toplam nüfusun 1.254.812 kişi olduğunu, bu nüfusun 1.006.192’sinin Müslüman, 194.169’unun Rum, 46.639’unun Ermeni, 1.526’sının Katolik ve 1.287’sinin Protestan olduğunu görüyoruz. (Bkz.: Trabzon Vilâyeti 1321 Sene-i Hicriyesine Mahsus Salnâme, Yirmibirinci Def’a, Trabzon Vilâyet Matbaası, Trabzon 1321 (1903), s. 370-373.) Görüldüğü gibi bölgedeki Rum nüfus Samsun da dahil olmak üzere toplam 194.169 kişi.

Nasıl oluyor da bu rakamlar, “tüm zamanların” en büyük çarpıtmasıyla çarpıtılıyor ve Rum nüfus 1 kat değil, 2 kat değil tam 2,5 kat artırılıyor? Hiper âlim bu rakamları nasıl tesbit etmiş olabilir? Acaba kuvve-i mâneviyesiyle (!), yani bir nevi ilm-i ledün (!) sayesinde bizzat kendisi mi tesbit etmiş, yoksa Ekümenik Patrik Hazretleri mi doğruluğu tartışma götürmez kesin bilgiler olarak lütfetmiş (!). Biz o tür ilimlerin cahili olduğumuz, kişilerin sadece zahirini bildiğimiz, batınını ancak bu yüksek şahsiyetler (!) anladığı için yanılmış olabiliriz. Umarız ki hatamız cehlimize bağışlanır!

Netice olarak, yukarıda verilen birkaç örnekten de anlaşılacağı gibi kitabın sahasındaki ödülleri toplayacağını şimdiden söylemek mümkün. Üstadının Abdi İpekçi Barış Ödülünü aldığı kitapla mukayesesi bile mümkün değil. O nihayet 112 sayfa hacminde küçük boy bir kitap. Bu öyle mi? İçeriğiyle, hacmiyle ona yüz basar. Yazar şimdiden tebrikleri kabul etmeye başlayabilir. Orhan Pamuk’tan sonra onu da yoğun bir mesai bekliyor. Doğu Karadenizle uğraşmak gözü karalığını gösteren bu yiğit insana kollar mutlaka her taraftan uzanacak, tabii ki boğazını sıkmak için değil, boynuna sarılıp tebrik etmek için…

Son bir not: Ülkemiz üzerinde ciddi oyunlar oynandığı herkesin malûmu… Bu ülkenin evlâtlarına yakışan yakılan bu Nemrut ateşine odun taşımak asla değildir. Gönlümüz onların saflarını belli etmeleri, en azından Nemrut’un ateşini söndürmek için gagasıyla su taşıyan kuşu örnek almalarından yanadır.
(Yazı Kılavuz Dergisinin Temmuz/Ağustos 2005 tarihli 28. sayısında neşredilmiştir.)